in

Hz. Muhammed (s.a.s) Hayatı (4. Hisse)

Hz. Muhammed (s.a.s) Hayatı (4. Hisse)
3- HAYBER’İN FETHİ (Muharrem 7 H./Mayıs 628 M.)

a) Savaşın Sebebi

Hayber Medine’nin kuzey-doğusunda, Suriye yolu üzerinde, Medine’ye 170 km. mesâfede büyük bir Yahûdî şehriydi. Yedi kalesi vardı. Hurmalıklarıyla meşhûr, münbit bir vâha’da kurulmuştu.

Hayber, Müslümanlara karşı bir fesâd ocağı hâline gelmişti. Daha önce Medine’den çıkarılmış olan Yahûdîler de oraya yerleşmişlerdi. Müslümanlara karşı, müşrik bedevî Arabları harekete geçiren, Hendek Savaşını hazırlayan bunlardı. Hendek Savaşında, Benî Kurayza Yahûdîlerine, düşmanla işbirliği yaptıranlar da bunlar olmuştu.

Rasûlullah (s.a.s.) Hayber ahalisiyle barış yapmak istiyordu. Hudeybiye’den döndükten sonra, Ravâha oğlu Abdullah’ı Hayber’e gönderdi. Fakat Yahûdîler barış teklifini kabûl etmediler. Onlar, komşuları Gatafan kabilesiyle birlikte Medine’yi basmak için hazırlanıyorlardı. Hudeybiye Barış Anlaşması’nın, Müslümanların aleyhine görünen maddeleri,onlara Müslümanları kuvvetsiz göstermişti. Münâfıklar da onları savaşa teşvik ediyorlardı.

Gatafan kabîlesi, Müslümanlara karşı Yahûdîlerle birlikte hareket etmeyi kübûl etmişti. Düşman hazırlığını tamamlamadan harekete geçmek gerekiyordu. Rasûlullah (s.a.s.), ashâbına:

-“Cihâdı isteyenler bizimle gelsin” diyerek Hayber üzerine yürüneceğini ilan etti. Hicretin 7’inci yılı Muharrem ayında 2000 atlı ve 1600 piyâde ile Medine’den çıktı. Harekâtını düşmana sezdirmeden, üç günde Raci’ Vâdisi’ne ulaştı.(276) Burada ordugâhını kurdu. Böylece Gatafan kabîlesinden, Yahûdîlere gelecek yardımın yolunu kesmiş oldu.

b) Hayber’in Kuşatılması

Rasûlullah (s.a.s.) düşman üzerine gece vakti varırsa, hemen baskın yapmaz, sabahı beklerdi.(277) Bu sebeple geceyi Raci’de geçirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra, Hayber üzerine yürüdü.

Sabahleyin, kazma ve kürekleriyle işlerine gitmek üzere evlerinden çıkan Yahûdîler, karşılarında Müslüman ordusunu görünce şaşkınlıkla:

-Muhammed, vallâhi Muhammed ve askeri… diye bağrıştılar (278), geri dönüp kalelerine kapandılar.

Hayber’de hepsi de gayet sağlam 7 kale vardı. En kuvvetlisi ise Kamûs kalesiydi. Hepsinde de bol miktarda silah ve yiyecek vardı. Yahûdîler savaş için hazırlıklıydılar. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.)’in sulh teklifini kabûl etmediler.

c) Son Kale ve Fethin tamamlanması

Yirmi gün kadar devâm eden kuşatma ve savaş sonunda, bütün kaleler birer birer zaptedildi. Sadece Kamûs kalesi kaldı. Bu kalenin kumandanlığında, Arablarca bin cengâvere bedel sayılan meşhûr Yahûdî pehlivanı Merhab bulunuyordu. Her gün sıra ile ashabın ileri gelenlerinin komutasında yapılan hücumlardan bir sonuç alınamamıştı. Nihâyet Rasûlullah (s.a.s.) bir gün:

-Yarın sancağı bir kişiye vereceğim ki, Allah Hayber’in fethini O’nun eliyle müyesser kılacak. O kişi Allah ve Rasûlünü sever, Allah ve Rasûlü de onu sever, buyurdu. Bu yüce şerefin kime nasib olacağı bilinmediğinden, herkes o gece ümitle sabahlamıştı. Hz. Ali’nin gözlerinde şiddetli bir ağrı vardı. Bu yüzden hiç kimsenin hatırından O geçmiyordu. Sabah olunca Hz. Peygamber (s.a.s.):

-Ali nerede? Bana O’nu çağırın, buyurdu.

-Yâ Rasûlallah, gözleri ağrıyor, dediler ve yederek huzuruna getirdiler.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) duâ edip üfledi. Hz. Ali’nin gözleri derhal iyileşti, sanki hiç ağrımamış gibi oldu. Sonra sancağı O’na verdi.(279)

Hz. Ali, Yahûdîleri önce İslâm’a çağırdı; kabûl etmediler. Sulh teklifine de yanaşmayıp, savaşa devâm ettiler.

İlk önce Merhab kaleden çıktı. Kahramanlık şiirleri söyleyerek meydan okudu. Karşısına çıkacak er diledi. O’na karşı bizzât Hz. Ali çıktı, kahramanca dövüşerek bu güçlü Yahûdîyi yere serdi. Merhab öldürülünce, Yahûdîler fazla dayanamadılar. Ümitsizliğe düşüp kaleyi teslim ettiler. Böylece Hayber feth edildi; Hz. Ali de Hayber Fâtihi oldu. Savaş sırasında Yahûdîlerden 93 kişi ölmüştü, Müslümanlar ise 15 şehit vermişlerdi.

d) Hayber Arâzisi

Savaş sonunda Hayber arâzisi, Müslümanların eline geçti. Ancak Yahûdîler, bu topraklarda yarıcı olarak çalışmak istediler; istekleri kabûl edildi. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) her yıl mahsûl zamanı Ravâhaoğlu Abdullah’ı Hayber’e gönderirdi. Abdullah da mahsûlü iki eşit kısma böler, yarısını Yahûdîlere bırakır, diğer yarısını da Medine’ye götürürdü.

Yahûdîler, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanına kadar yerlerinde kaldılar. Hz. Ömer’in hilâfetinde, Arabistan dışına çıkarıldılar.

e) Hz. Peygamber (s.a.s.)’i Zehirleme Teşebbüsü

Hz. Peygamber (s.a.s.) fetihden sonra Hayber’de bir kaç gün daha kaldı. Yahûdîler gördükleri insânî muâmeleye rağmen, hâince davranışlarından vazgeçmediler. Rasûlullah (s.a.s)’e suikast yapmayı plânladılar.

Yahûdî reislerinden Hâris kızı Zeynep, bir ziyâfet hazırladı. Rasûlullah (s.a.s.)’i de bazı arkadaşlarıyla birlikte yemeğe dâvet etti. Fakat sofraya konulan koyun eti zehirliydi.

Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu ilk lokmada anladı, çiğnediği parçayı ağzından çıkardı; ashâbına da yememelerini emretti. Fakat, Berâ oğlu Bişr bir kaç lokma yemişti. Rasulüllah (s.a.s.) bunu niçin yaptıklarını Yahûdîlere sorduğunda:

-Eğer yalancı isen, senden kurtuluruz, şayet hak peygamber isen, sana zarar vermez.. diye düşündük, diye, güya akıllıca bir cevap verdiler.(280)

Zeynep de suçunu inkâr etmedi.

-Babam, amcam, kocam ve kardeşlerim, hepsi savaşta öldüler. İntikam için yaptım, dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şahsına karşı işlenen suçları affederdi. Bu sebeple Zeynep’i cezâlandırmadı. Ancak çok geçmeden zehirli etten yiyen Bişr ölünce, Zeynep de kısâs edilerek öldürülmüştür.(281)

4- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)’IN HZ. SAFİYYE İLE EVLENMESİ

Hayber esirleri arasında, Benî Nadîr reisi Ahtab oğlu Huyey’in kızı Safiyye de vardı. Safiyye Hz. Harun’un neslinden olup, annesi de Benî Kurayza reisinin kızıydı. Hayber Yahûdîlerinin reisi Rabi’ oğlu Kinâne ile evlenmişti. Kocası savaşta ölmüş, kendisi esir düşmüştü. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) O’nu Dihyetü’l-Kelbî’ye vermişti. Ashâb bunu uygun bulmadılar:

-Hayber reisinin eşi Benî Kurayza ve Benî Nadîr’in en şerefli hanımının câriye olarak Dihye’ye verilmesi, Yahûdîler için son derece haysiyet kırıcı olur. Bu sebeple Safiyye’yi ancak sizin nikâhlamanız uygun olur, dediler.

Rasulüllah (s.a.s.) Dihye’ye başka bir câriye verdi. Safiyye’yi azâd etti ve onunla evlendi.(282) Böylece O’nun haysiyet ve şerefini korudu.

5- FEDEK VE VÂDİ’L-KURÂ’NIN ALINMASI

Fedek, Medine’ye iki günlük mesâfede, akar suları ve hurmalıkları bol, zengin bir Yahûdî köyü idi. Rasûlullah (s.a.s.), Hayber’in muhâsarası devam ederken, Fedeklileri, İslâm’a dâvet için bir elçi gönderdi. Fedekliler, Müslümanlığı kabûl etmediler. Topraklarımız sizin olsun, biz burada Hayberliler gibi, yarıcı olarak çalışalım, dediler. İstekleri kabûl edildi.

Vâdi’l-Kurâ ise, Hayber’le Medine arasında bir çok Yahûdî köyünün bulunduğu bir vâdi idi. Buradaki Yahûdîler de çevredeki Arap kabîleleriyle anlaşarak, Müslümanlarla savaş için hazırlanıyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.)

Hayberden dönerken buraya uğrayıp onları da İslâm’a dâvet etti, kabûl etmediler, Müslümanlara ok yağdırarak savaşı başlattılar. Dört gün süren çarpışma sonrasında yenik düştüler. Hayber gibi, elde edecekleri mahsûlün yarısı kendilerinin olmak üzere, yerlerinde bırakıldılar.

Devâmlı Müslümanlara düşmanlık besleyen Yahûdîlerin işi böylece tamamlanmış oldu. Müslümanlar Safer ayında Medine’ye döndüler.

Ele Geçen Arâzi

Müslümanların, düşmandan (kâfirlerden) savaşarak aldıkları mallara “ganimet” denir. Ganimet malların, beşte dördü savaşa katılan mücâhidlere paylaştırılır. Beşte biri ise beytü’l-mâl’e (Devlet Hazinesine) bırakılır.(283) Düşmandan (Kâfirlerden) savaşmadan barış ve anlaşma yolu ile elde edilen mallara ise “fey” adı verilir. Fey’in tamamı beyt’ül mâl’e aittir. (284) Rasûlullah (s.a.s.) hayatta iken, Beytü’l-mâle âit malların tasarrufu O’na âitti.

Bu sebeple savaşsız ele geçen Fedek arazisinin tamamı ile Hayber ve Vâdi’l-Kurâ topraklarının beşte biri Rasûlullah (s.a.s.)’ın emrine ayrıldı. Beni Nadîr arâzisi de, daha önce böyle olmuştu.(285) Hayber ve Vâdi’l-Kurâ’nın kalan arâzîsi, mücâhidlere verildi.

6- HABEŞİSTAN GÖÇMENLERİNİN DÖNÜŞÜ

Habeşistan’a hicret etmiş bulunan Müslümanların 16 kişilik son kafilesi de, Hayber’in fethi sırasında döndü.(286) Başlarında Hz. Ali’nin kardeşi Câfer Tayyar vardı. Rasûlullah (s.a.s.) son derece memnun oldu.

-Hangisine sevineceğimi bilemiyorum, Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelişine mi? buyurdu.(287) Ganimetlerden onlara da hisse ayırdı.(288)

7- KÂBE’Yİ ZİYARET (Umretü’l Kazâ)

(Zilkade 7 H./Mart 629 M.)

“Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın”

(el-Bakara Sûresi, 196)

Hudeybiye anlaşmasına göre, Müslümanlar Kâbe’yi bir yıl sonra ziyâret edebileceklerdi. Anlaşma gereğince üç günden fazla Mekke’de kalamayacaklardı. Mekkeliler de bu esnâda, şehrin dışına çekileceklerdi.

a) Bir Yıl Önce Edâ Edilemeyen Umre

Anlaşma’dan bir yıl sonra, Rasûlullah (s.a.s.), Hudeybiye’de bulunan Müslümanların, bir yıl önce edâ edemedikleri Umre’yi kazâ etmek üzere hazırlanmalarını emretti. Hicretin 7’inci yılı zilkade ayında (Mart 629) Medine’den hareket edildi. Hudeybiye’de bulunmayanlardan da katılanlar olduğu için, Kâbe’yi ziyârete gidenlerin sayısı 2000’i geçti.

Müşrikler, Müslümanların geldiğini duyunca Mekke’yi boşalttılar. Şehri çevreleyen yüksek tepelere kurdukları çadırlardan, Müslümanları merakla izlediler.

Müslümanların Mekke’ye girişleri çok heyecanlı oldu. Hz. Peygamber (s.a.s.) devesi Kasva üzerinde ilerliyor, hep birden yüksek sesle, “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk….”(289) diye telbiye söylüyorlardı. Uzaktan Kâbe görülünce “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâilâhe illallâhü vallâhü ekber…”(290) diye tekbir getirmeğe başladılar. Yıllardan beri hasretini çektikleri Kâbe, işte şimdi karşılarındaydı. Özellikle muhâcirler, yedi yıllık bir ayrılıştan sonra doğup büyüdükleri kutsal beldeye girerken ayrı bir heyecân duyuyorlardı.

Kâbe, usûlüne göre tavâf edildi, etrafı yedi defa dolaşıldı. (291) Safâ ve Merve tepeleri arasında sa’y yapıldı.(292)

Müşriklerin ileri gelenleri, Dâru’n-nedve önünde toplanmışlar, Müslümanları seyrediyorlardı. Aralarında:

-Medine’nin humması bunları zayıf düşürmüş.. diye konuşuyorlardı.

Rasûlullah (s.a.s.)

Müslümanların zayıf ve güçsüz olmadıklarını göstermek istedi. Sağ kolunu ihramın dışında tutup bâzûsunu şişirdi. Tavafın ilk üç şavtını kısa adımlarla koşarak yaptı. Ashâbına da böyle yapmalarını emretti.(293) “Bu gün kendini onlara kuvvetli gösterene Allah rahmet etsin” buyurdu.

Ertesi gün peygamber (s.a.s.) Efendimiz Kâbe’ye girdi. Öğle vaktine kadar orada kaldı. Kâbe hâlâ putlarla doluydu. Habeşli Bilal, Kâbe’nin damına çıkarak öğle ezanını okudu. Mekke ufukları “Allahü Ekber” sedâlarıyla çınladı. Rasûlullah (s.a.s.)’ın arkasında, cemâatle namazlarını kıldılar.

Daha sonra Müslümanlar tıraş olarak ihramdan çıktılar. Bir sene önce eda edemedikleri umreyi kazâ etmiş oldular Rasûlullah (s.a.s.)’in rüyâsı ve ashabına müjdesi de böylece gerçekleşmiş oldu. Bu sebeple, Hicretten sonra, müslümanların bu ilk Kâbe ziyâretine “Umretü’l-Kazâ (Kazâ Umresi) adı verilmiştir

b) Kazâ Umresi’nin Mekkeliler Üzerindeki Tesirleri

Müslümanlar, Hudeybiye Anlaşması uyarınca üç gün Mekke’de kaldıktan sonra, Medine’ye döndüler. Bu esnâda, müşrikler, uzaktan uzağa Müslümanların bütün hallerini, davranışlarını merakla ve dikkatle izlediler. Son derece kibâr ve nâzik,huzûr ve sükûn içinde kardeşçe geçinen insanlar olduklarını gördüler. Ne içki içip sarhoş olan, ne başkasına saygısız davranan var. Hepsi edepli, tertemiz, üstün ahlâklı insanlar. Topluca ibâdet ediyorlar, oturup sohbet ediyorlar, birbirlerini sevip sayıyorlar, kimseye kötülük etmiyorlar, dâima Allah’a itâat içinde bulunuyorlar.. Evet, bunlar ne iyi insanlar.

Müslümanların üstün meziyetleri, örnek davranış ve yaşayışları, Mekkeliler üzerinde büyük tesirler meydana getirdi. Müslümanlık hakkındaki düşünceleri değişmeye başladı. İçlerinde Müslüman olma arzusu belirenler bile oldu. Kureyş’in ileri gelenlerinden Velîd oğlu Hâlid, Âs oğlu Amr,Talha oğlu Osman bunlardandı.

8- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)’İN MEYMÛNE İLE EVLENMESİ

Hz. Meymûne, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin amcası Abbâs’ın eşi Ümmü’l-Fadl’ın kız kardeşidir. Hâris el-Hilâliye’nin kızıdır. Önce Amr oğlu Mes’ûd ile evlenmiş, sonra Adüluzza oğlu Ebû Rahm’in eşi iken dul kalmıştı. Rasûllüllah (s.a.s.)’ın eşleri arasında bulunmak en büyük emeliydi. Bu yüzden, külfetsiz ve mehirsiz olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kendisini nikâhlamasını istiyordu.(294) Hz. Abbâs, dul baldızının isteğini Rasûlullah (s.a.s.)’a iletti. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, şeref ve asâletine hürmet ederek, Hz. Meymûne’nin teklifini kabûl buyurdu. Kaza Umresi esnâsında ihramlı iken nikah edip, ihrâmdan çıktıktan sonra zifâf oldu.(295)

Hz. Meymûne, Rasûlullah (s.a.s.)’ın nikâhlandığı son eşidir. Hicretin 51.’inci yılı, hac dönüşünde, Mekke’ye 6 mil mesâfede “Serif” denilen yerde vefât etmiştir.(296)

Teyze Anne Yerindedir

Hz. Hamza’nın küçük kızı Umâme, (veya Umâre) Mekke’de kalmıştı. Kazâ Umresi’nden Medine’ye dönerken, “amca, amca” diye Rasûlullah (s.a.s.)’in peşinden koştu. Hz. Ali onu kucaklayıp:

-Al, amcamızın kızı, diyerek eşi Hz. Fâtıma’ya verdi. Medine’ye varınca Hz. Ali, Hz. Câfer Tayyar ve Zeyd b. Harise hepsi de çocuğun bakımının kendilerine verilmesini istemişlerdi. Câfer Tayyar’ın eşi Esmâ,Ümâme’nin teyzesiydi. Rasûlullah (s.a.s.):

-Teyze, anne yerindedir, buyurdu ve çocuğun bakımını ona verdi.(297)

(262) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi, 107; Sebe’ Sûresi, 28; el-A’raf Sûresi, 158; “Benden önceki peygamberler sadece kendi milletlerine gönderilmişti. Ben ise bütün insanlara, peygamber olarak gönderildim.” (el-Buhârî, 1/86 ve 1/113; Tecrid Tercemesi, 2/204 Hadis No:223)

(263) el-Buhârî, 1/24; Tecrid Tercemesi, 1/62 (Hadis No: 59)

Bu yüzük, Rasûlüllah (s.a.s.)’in vefâtından sonra, halifelikleri esnâsında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından kullanıldı. Hz. Osman’ın parmağından Medine’de Eris kuyusuna düştü. Kuyunun suyu tamamen boşaltıldığı halde bulunamadı. (Abdurrahman Şeref, Zübdetü’l-Kısas, 1/153, İst. 1315)

(264) Zâdü’l-Meâd, 1/60-63; (O devirde Bizans İmparatorlarına “Kayser”, İran Şahinşah-larına “Kisrâ”, Habeş krallarına “Necâşi”, Mısır Meliklerine “Mukavkıs”, Türk hükümdarlarına da “Hâkan” denirdi.)

(265) el-Buhârî, 1/6; M. Hamîdullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 109; Tecrid Tercemesi, 1/16; (Hadis No: 7); ve 12/414; Zâdü’l-Meâd, 3/126

(266) Bkz. el-Buhârî, 1/5-7; Tecrid Tercemesi, 1/14-23 (Hadis No:7)

(267) Zâdü’l-Meâd, 3/127; el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 140; Tecrid Tercemesi, 12/416; İbnül-Esîr, a.g.e., 2/213

(268) el-Buhârî, 1/23,3/225 ve 5/136; Tecrid Tercemesi, 1/61-63 (Hadis No: 58) ve 10/487 ve 12/417

(269) Zâdü’l -Meâd, 3/127; el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 100; Tecrid Tercemesi, 12/418-419

(270) Zâdü’l-Meâd, 3/128; el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 104; Tecrid Tercemesi, 12/420

(271) Zâdü’l -Meâd, 3/128;el-Vesâiku’s-Siyâsiyye,135; Tecrid Tercemesi, 12/422

(272) Zâdü’l -Meâd, 3/129; el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 136; Tecrid Tercemesi 12/424

(273) Zâdü’l-Meâd, 3/132-133; el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 156; Tecrid Tercemesi, 12/425

(274) Zâdü’l-Meâd, 3/133; Tecrid Tercemesi, 12/426

(275) Zâdü’l-Meâd, 3/ 133-134;el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, 126; Tecrid Tercemesi, 12/427

(276) Yolda giderken, ashâb, yüksek sesle tekbir getiriyorlardı. Rasûlüllah (s.a.s.): “Kendinize acıyın, siz ne sağıra, ne de gaibe sesleniyorsunuz, sizi iyi işiten ve çok yakın olan Allah’a duâ ediyorsunuz. O her zaman sizinle beraberdir” buyurmuştur. (Buhârî, 5/75; Tecrid Tercemesi, 10/285, (Hadis No: 1608)

(277) el-Buhârî, 5/73.

(278) el-Buhârî, 5/73; Müslim, 2/1044 (Hadis No: 1428)

(279) el-Buhârî, 5/76; Tecrid Tercemesi, 10/302-303, 1617 numaralı hadisin izâhı.

(280) el-Buhârî, 4/ 66; Tecrid Tercemesi, 8/531 (Hadis No: 1310)

(281) Tecrid Tercemesi, 8/534; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/219-220

(282) Bkz. el-Buhârî, 1/98 ve 2/1044; Tecrid Tercemesi, 2/248-257 (hadis No: 241) ve 10/272, 1612 numaralı hadisin izahı; Müslim, 2/1044

(283) el-Enfâl Sûresi, 41

(284) el-Enfâl Sûresi, 1; el-Haşr Sûresi, 6-7

(285) Tecrid Tercemesi, 10/306 ve ll/412-413, 8/273 (Hadis No: 1173)

(286) el-Buhârî, 5/80; Tecrid Tercemesi, 10/295 (Hadis No: 1615)

(287) M. Zihni, el-Hakayık, 1/200; İbn Hişam, 4/3

(288) el-Buhârî, 5/81; Tecrid Tercemesi, 10/301 (Hadis No: 1617)

(289) Rabbım, dâvetine sözüm ve özümle tekrar-tekrar icâbet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabb’ım emrine uymak boynumun borcudur, senin eşin ve ortağın yoktur. Rabb’ım bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülk de senin. Bütün bunlarla eşin ve ortağın yoktur senin.

(290) Allah büyüktür, Allah büyüktür. Allah’tan başka kulluk edilecek hiç bir ilah yoktur. Allah büyüktür, Allah büyüktür. Hamd O’na mahsustur.

(291) Hacer-i Esved’in bulunduğu köşeden başlayarak, Kâbe’nin etrafını 7 defa dolaşmağa “Tavâf” denir. Her bir devire “şavt” adı verilir.

(292) Mescid-i Harâm’ın doğusunda, Safa ve Merve adı verilen iki tepe arasında 4’ü gidiş 3’ü dönüş olmak üzere, 7 defa gidip gelmeğe “sa’y” denir.

(293) el-Buhârî, 5/86; Tecrid Tercemesi, 10/308

Tavâfın ilk üç şavtında, erkeklerin kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve sür’atli yürümelerine, “remel” denir.

İhrâmlı iken, ridâ denen örtünün bir ucunu sağ koltuğun altından geçirip sol omuzun üzerine atarak sağ omuz ve kolu, örtünün dışında bırakmağa “Iztıbâ” adı verilir. Iztıbâ ve remel, peşinden sa’y yapılacak olan tavaflar da sünnettir.

(294) Nefsini hibe eden Müslüman hanımları, mehirsiz olarak nikâhlaması, Ahzâb Sûresi’nin 50’inci âyetiyle Rasûlüllah (s.a.s.)’e helâl kılınmıştır.

(295) el-Buhârî, 5/86; Tecrid Tercemesi 10/309 (Hadis No: 1618)

(296) Tecrid Tercemesi 10/310

(297) el-Buhârî, 5/85; Tecrid Tercemesi, 8/136-139 (Hadis No: 1158); Riyâzüs-Sâlihîn

Tercemesi, 1/365 (Hadis No: 333); Zâdü’l-Meâd, 2/369

VIII- HİCRETİN SEKİZİNCİ YILI (629-630 M.)

1- MÛTE SAVAŞI (Cumâde’l-ûlâ 8 H./Eylül 629 M.)

a) Savaşın Sebebi

Mûte Savaşı, Müslümanlarla Hristiyanlar (Rumlar ve Hristiyan Araplar) arasında yapılan ilk savaştır. Sebebi, Rasûlüllah (s.a.s.)’in elçisinin öldürülmesidir.

Rasûlüllah (s.a.s.), İslâm’a dâvet için hükümdarlara elçilerle mektuplar gönderdiği sırada, Sûriye’de Busrâ (şimdiki Havran) Emîri Şürahbil’e de Hâris b. Umeyr ile bir mektup göndermişti. Gassânî Araplarından Şürahbil, Hristiyandı. Bizans’ın himayesinde bulunuyordu.

Hâris, Şürahbil’e, Kudüs’ün iki konak güneyinde, bulunan Mûte kasabasında rastladı. Elçi olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’in mektubunu verdi. Fakat, Şürahbil, devletler arası hukuk kurallarını çiğnedi, Rasûlüllah (s.a.s.) elçisini öldürttü.

Şimdiye kadar Hz. Peygamber (s.a.s.)’in elçilerinden hiçbiri öldürülmemişti. Bir elçinin öldürülmesi, tarih boyunca bütün toplumlarda insanlığa ve hukuk kurallarına aykırı bir davranış sayıldığı gibi, gönderene de en büyük hakaret ve meydan okuma demekti. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayarak, azadlı kölesi Hârise oğlu Zeyd’in komutasında yola çıkardı(298) Elçi Umeyr oğlu Hâris’in şehid edildiği Mûte’ye kadar gidilmesini, Şürahbil ve maiyetinin İslâm’a dâvet edilmesini, kabûl etmezlerse savaşılmasını emretti.(299) “Kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmeyin. Evleri yıkıp hârap etmeyin, ağaçları kesip, tahribâtta bulunmayın!” dedi. Orduyu “Seniyyetü’l-vedâ” denilen ayrılık tepesi’ne kadar uğurlayan Hz. Peygamber (s.a.s.):

– “Zeyd şehid olursa, komutanlığı Câfer alsın; Câfer de şehit düşerse, Ravâha oğlu Abdullah komutan olsun.” buyurdu.(300)

b) İki Tarafın Durumu ve Aradaki Eşitsizlik

Müslüman ordusunun hareketini Şürahbil duydu. Derhal Lahm, Cüzâm, Kayn, Belkın, Behrâ gibi Hristiyan Arap kabîlelerinden büyük bir kuvvet hazırladı. Ayrıca durumu Bizans İmparatoruna bildirerek, ondan da yardım istedi. Böylece Şürahbil, 200 bin kişilik büyük bir ordu topladı. Bunun 100 bini Rumlardan, 100 bini de Hristiyan Araplardan meydana gelmişti. (301) İmparator Hirakl de işi önemseyerek, Belkadaki Meab şehrine kadar geldi.

Müslümanlar, ancak Sûriye topraklarına girdikten sonra düşmanın gücü ve hazırlıkları hakkında bilgi edinebildiler.

İki taraf arasında gerek sayı, gerek silah ve teçhizât bakımından korkunç bir fark vardı. Tarihte, iki taraf arasında böylesine ölçüsüz bir fark görülmemiştir. 200 bin (bazı rivâyetlerde 100 bin) kişilik bir kuvvet karşısında üç bin mücâhid ne yapabilirdi? Fakat, savaşmadan geri dönülemezdi. Komutan Zeyd, Maan’da, Mücâhidlerin ileri gelenleriyle toplanıp durumu istişâre etti. Acaba, durumu Rasûlüllah (s.a.s.)’e bildirip alınacak cevâba göre mi hareket edilmeliydi? Fakat, Ravâhaoğlu Abdullah bütün tereddütleri giderdi.

– Arkadaşlar, çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şeydir, yani şehid olmaktır. Dinimizi yüceltmek için savaşalım. Yâ şehid, ya gazi olacağız. Bunun ikisi de güzel değil mi ?(302) dedi.

Abdullah’ın konuşması mücâhitlerin maneviyâtını yükseltti. Hepsi de:

– Ravâhaoğlu doğru söylüyor. Savaşmalıyız, dediler.

c) Komutanlar Sırayla Şehâdet Şerbetini İçtiler

İki ordu Mûte’de karşılaştı. Zeyd, sancak elinde, ileri atıldı. Kahramanca çarpıştı, ölümden yılmadığını gösterdi. Fakat düşman mızraklarının arasında şehid düşdü.(303)

Zeyd şehid olunca, sancağı hemen Câfer aldı. Emsâlsiz kahramanlıklar gösterdi. Önce sağ eli kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince, kollarıyla sancağa sarıldı. Pek çok yara aldığı halde son nefesine kadar sancağı bırakmadı. Nihâyet o da şehid oldu.(304)

Câferden sonra sancağı Ravâhaoğlu Abdullah aldı. O da şiirler söyleyerek, kahramanca savaştı. Vücudu delik deşik oldu. Sonunda o da şehid oldu.

d) Hâlid b. Velîd’in Üstün Mahâreti

Râvâhaoğlu da şehid olunca, asker komutansız kaldı, umûmî bir panik başladı. Dağılan askerin kaçışını Velîdoğlu Hâlid önledi. Mücâhidler, Hâlid’in etrâfında yeniden toplandılar. Hâlid komutayı aldı, sancak elinde akşama kadar çarpıştı. O gün elinde tam dokuz kılıç parçalandı.(305) Bu Müslüman olduktan sonra Hâlid’in katıldığı ilk savaştı.

Gece olunca, Hâlid askeri yeniden tertipledi. Öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sağdakileri sola, soldakileri sağa aldı. Böylece düşmana, yardım için yeni kuvvetler gelmiş intibâını verdi. Sabah olunca da ansızın şiddetli bir hücuma geçerek, düşmanı bozguna uğrattı. Bu fırsattan yararlanarak, askerini ustalıkla geri çekti. Büyük bir kayba uğramadan Medine’ye döndü. İslâm ordusunu korkunç bir felâketten kurtardı.

200 bin kişiye karşı yapılan bu çetin savaşta, Müslümanlar sadece 12 şehid vermişlerdi. Bu durum, komutanların savaşı çok başarılı idâre etmeleri ve canlarını fedâ etmekten çekinmemelerinin bir sonucuydu.

e) Rasûlüllah (s.a.s.)’in Medine’den Savaşı Seyretmesi

Rasûlüllah (s.a.s.) savaşın bütün safhalarını, Medine’ye henüz hiç bir haber ulaşmadan, ashâbına bildirmişti.

Cenab-ı Hakk, zaman, mekân ve mesâfe kavramlarını kaldırarak, sevgili Peygamberine savaş meydanını olduğu gibi göstermişti. Mescid-i Nebî’de minber üzerine oturmuş bulunan Allah Rasûlü (s.a.s.) gözlerinden yaşlar akarak:

-İşte sancağı Zeyd aldı, Zeyd vuruldu, şehid düştü. Sonra Câfer aldı, O’ da şehid oldu. Sonra Ravâhaoğlu aldı, O ‘da şehid oldu. En sonunda sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç, Velîdoğlu Hâlid aldı. Allah O’na fethi müyesser kıldı, buyurdu. (306)

Rasûlüllah (s.a.s.), Zeyd, Câfer ve Abdullah’ın şehid düştüklerini haber verdikçe, her biri için istiğfâr etmiş ve Cennete girdiklerini de müjdelemişti.(307) Sancağı Hâlid alınca ise:

-Allah’ım, Hâlid senin kılıçlarından bir kılçtır. Sen O’na nusret ihsan buyur, diye duâ etmişti.(308) Bundan sonra Hâlid’e “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) denildi.(309)

Câferin şehâdet haberini duyunca, âilesi feryâda başladılar. Rasûlüllah (s.a.s.)’de son derece üzgündü. Çok sevdiği, en değerli arkadaşlarını kaybetmişti. Câfer’in âilesini teselli etti. Acılıdırlar, yemek yapamazlar, diye evine yemek gönderdi.

-Allah Câfer’e, Mûte’de kesilen iki koluna bedel, iki kanat verdi. O’nu Cennet’te meleklerle birlikte uçuyor gördüm, diye müjdeledi.(310) Bu sebeple Câfer, bundan sonra Câfer Tayyâr diye anıldı.

2- ZÂTÜ’S-SELASÎL SAVAŞI (Cumâde’l-âhir 8 H./629 M.)

Kudâa kabîlesi’nin Uzre ve Belî kolları, Medine hayvanlarını yağmalamak üzere, Vâdi’l-Kurâ yakınlarında toplanmışlardı. Rasûlüllah (s.a.s.) durumdan haberdâr olunca, bunların üzerine Amr b. As (Âs oğlu Amr) komutasında 30’u atlı 300 kişilik bir seriyye gönderdi. Bunlar arasında Sa’d b. Ebî Vakkas, Üseyd b. Hudayr, Sa’d b. Ubâde, Sâid b. Zeyd, Âmir b. Rabîa.. gibi ensâr ve muhâcirlerden ileri gelen kimseler de vardı.

Amr b. Âs. ashâbın büyüklerinden değildi. Henüz bir yıl kadar önce Müslüman olmuştu. Fakat dedesi Vâil’in annesi Belî kabîlesinden olduğu için Amr’ın bu kabîle ile ilgisi vardı. Amr, aynı zamanda savaş usûlünü iyi bilen, son derece zekî bir kimse idi. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s.), komutanlığa O’nu seçmişti.

Amr, Vâdi’l-Kurâ civarında Selâsil suyu’na varınca, düşmanın sayıca üstün olduğunu öğrendi. Burada konaklayarak, bir haberci ile Rasûlüllah (s.a.s.)’den yardım istedi. Rasûlüllah (s.a.s.)’de Ebû Ubeyde b. Cerrâh komutasında 200 kişilik ek kuvvet gönderdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bunlar arasındaydı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Ebû Ubeyde’yi gönderirken:

– Ayrılığa düşmeyin, işbirliği yapın, buyurmuştu. Amr b. Âs, Ebû Ubeyde’nin, askerlere imâm olarak namaz kıldırmasına itirâz etti.

– Sen bana yardıma geldin, kumandan benim, namazda ben imam olacağım, dedi.

Ebû Ubeyde yumuşak tabiatlı bir zâttı, hiç itirâz etmedi.

– Yâ Amr, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, ihtilâfa düşmememizi emretti. Sen bana uymazsan, ben sana uyarım, telâşa gerek yok, diye cevâp verdi. Amr bütün Müslümanlara sefer süresince imam olup namaz kıldırdı. Böylece Hz. Ömer ve Hz. Ebûbekir de Amr’ın idâresine girmiş oldular. Oysa Rasûlüllah (s.a.s.) Amr’ı ilk 300 kişiye; Ebû Ubeyde’yi de 200 kişiye kumandan tâyin etmişti. Ebû Ubeyde’yi Amr’ın emrine değil, yardımına göndermişt.(311)

Amr, düşmana yaklaşınca gerekli tedbirleri aldı. Hava çok soğuk ve sert olduğu halde, gece ateş yakmayı yasakladı. “Kim ateş yakarsa, onu yaktığı eteşin içine atarım,” diye tehdit etti. Asker, soğuktan Ebû Bekir ve Ömer’e başvurdular. Hz. Ömer:

– Bu nasıl şey, herkesi soğuktan kıracak mı? diye Amr’a haber gönderdi. Amr b. Âs:

– Yâ Ömer, sen bana itâatle memûrsun, İşime karışma, diye , cevâp verdi. Hz. Ebû Bekir de:

Rasûlüllah (s.a.s.) O’nu savaş usûlünü iyi bildiği için kumandan yaptı. Madem ki kumandan O’dur, işine karışmamak gerekir, dedi. Böylece gece soğukta geçirildi. Çünkü ateş yakılsaydı, düşman Müslümanların azlığını öğrenecekti.

Amr, plânını kimseye söylemedi. Sabaha karşı, alaca karanlıkta ansızın düşman üzerine hücûma geçti ve savaşı kazandı. Düşman pek çok ganimet bırakarak kaçtı. Ashâb, düşmanın peşini tâkibetmek istedilerse de Amr buna da izin vermedi. Bir kaç gün orada kalıp etraftaki ganimet hayvan sürülerini topladıktan sonra, Medine’ye döndü.

Sefer esnâsında Amr b. Âs ihtilâm olmuş, hava soğuk olduğu için gusletmeyerek teyemmümle namaz kıldırmıştı.(312) Dönüşte ashâb, Rasûlüllah (s.a.s.)’e, Amr b. Âs’tan:

1- Hava çok soğuk olduğu halde, gece ateş yaktırmadı,

2- Galip geldiğimiz halde düşmanı tâkip ettirmedi,

3- Su bulunduğu halde gusletmeyip, teyemmümle namaz kıldırdı, diye şikâyette bulundular.

Amr bu şikâyetlere karşı:

1- Sayımızın az olduğunu düşman anlamasın diye ateş yaktırmadım.

2- Yardım için kuvet gönderebileceği düşüncesiyle düşmanı tâkip ettirmedim.

3- Soğukta yıkanmak tehlikeli olduğu ve Cenâb-ı Hakk “Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (ElBakara Sûresi, l95) “Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size acımaktadır.” (en-Nisâ Sûresi, 29) buyurduğu için gusletmeyip teyemmüm yaptım, diye cevâp verdi.

Rasûlüllah (s.a.s.) Amr’ın cevâplarını tebessümle karşıladı. (313)

Amr b. Âs, henüz yeni müslüman olduğu halde, ashâbın büyüklerinin de bulunduğu bir orduya kumandan tâyin edilmesinden dolayı gururlanmıştı. Savaşı da kazanarak dönünce, Rasûlüllah (s.a.s.)’in yanındaki derece ve itibârını öğrenmek istedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e:

– En çok kimi seversiniz? diye sordu. Rasûlüllah (s.a.s.)

Âişe’yi diye cevâp verdi.

– Sonra kimi?

– Âişe’nin babasını, Ebû Bekir’i.

– Sonra kimi?

– Ömer’i.

Amr, en sonraya kendisinin kalacağından korkarak daha fazla sormaktan vazgeçti.(314)

(298) Orduda ensâr ve muhâcirlerin ileri gelenleri de vardı. Azadlı bir köle hepsine komutan olmuştu. Bu olay İslâm’daki ehliyet ve eşitlik uygulamasının canlı örneklerinden biridir.

(299) Tecrid Tercemesi, 10/312

(300) el-Buhârî, 5/87; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/234; Tecrid Tercemesi, 10/313 (Hadis No: 1619)

(301) el-Buhârî, 5/87; İbnü’l-Esîr a.g.e., 2/234-235; Tecrid Tercemesi, 4/541, (Hadis No: 644’ün izâhı).

(302) Zâdü’l-Meâd, 2/375; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/235; İbn Hişâm, 4/17

(303) Zeyd, ilk Müslümanlardandır. Rasûlüllah (s.a.s.) onu çok severdi. Bedir’den itibâren bütün savaşlarda bulunmuştu. Ashâbdan Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen, sadece Zeyd’dir. (Ahzâb Sûresi, 37)

(304) Câfer, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın çok sevdiği hâmî amcası Ebû Tâlib’in büyük oğludur. Hz. Ali’den 10 yaş büyüktür. İkinci Habeşistan hicretinde, kafileye başkanlık etmiş, Hayber’in fethedildiği gün Medine’ye dönmüştü. Savaşta 90’dan çok yara almıştır. Bunlardan 50’si ön tarafındaydı. (el-Buhârî, 5/86-87; Tecrid Tercemesi, 10/313; Hadis No:1619)

(305) el-Buhârî, 5/87; Tecrid Tercemesi, 4/394 ve 10/315

(306) el-Buhârî, 2/72 ve 5/87; Tecrid Tercemesi, 4/391 (Hadis No: 623) ve 10/315; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/237

(307) İbnü’l -Esîr a.g.e., 2/273; Tecrid Tercemesi, 4/393

(308) Tecrid Tercemesi, 10/315

(309) İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/238

(310) İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/238; M. Zihni Efendi, el-Hakayık, 1/201, İst. 1310

(311) İbn Hişâm,4/272; Zâdü’l-Meâd, 2/378; İbnü’l-Esir, a.g.e., 2/232

(312) Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf’a göre abdest alan kimselerin teyemmüm yapana iktidâsı câizdir. İmâm Muhammed’e göre abdestlinin teyemmümlüye uyması câiz değildir. İhtilâf, halefiyyet su ile topraktan ibâret iki âlet arasında mıdır? Yoksa Abdest ve teyemmümden ibâret iki temizlik arasında mıdır? meselesinden doğmaktadır.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, halefiyyet su ile toprak arasındadır.

İmâm Muhammed’e göre ise, iki temizlik (abdest ve teyemmüm) arasındadır. Abdestli teyemmümlüye uyarsa, kuvvetli zayıfa binâ edilmiş olur. Oysa imâm muktediden hâlen ednâ olmamalıdır. Abdest aslî temizlik, teyemmüm ise zarûri temizliktir. Aslî tahâret yapmış olan kimse zarûri tahâret yapmış olandan hâlen daha kuvvetlidir. (Bkz. Mehmet Zihni Efendi, Kitabü’s-Salat,210-211, İst. 1326)

(313) Zâdü’l-Meâd, 2/379; Târih-i Din-i İslâm, 3/406

(314) el-Buhârî, 5/113; el-Câmiu’s Sagîr Şerhi Feyzü’l-Kadîr, 1/168 (Hadis No: 205); Târih-i Din-i İslâm, 3/407

MEKKE’NİN FETHİ

“Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.

(el-Feth Sûresi, 1)

a) Hudeybiye Muâhedesinin Bozulması

Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabîleleri, iki taraftan birinin himâyesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzâa kabîlesi, Müslümanların Benî Bekir (Bekir oğulları) kabîlesi de Kureyş’in himâyesine girmişti.

Hicretin 8’inci yılı Şaban ayında, Benî Bekir kabîlesi, Peygamberimizin himâyesinde bulunan Huzâa kabîlesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esâsen iki kabîle arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Benî Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvân ve Süheyl.. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzâalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerîf’e sığınarak kurtulabilmişlerdi.

Bu olay üzerine Huzâalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine’ye geldiler. Rasûlüllah (s.a.s.)’a durumu anlatıp yardımını istediler.

Huzâalılarla Müslümanlar arasında ötedenberi dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslâm’dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzâalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke’de olup biten her şeyi Rasûlüllah (s.a.s.)’a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.

Huzâa kabilesine yapılanlardan, Rasûlüllah (s.a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va’detti. Kureyş’e derhal bir elçi göndererek:

Öldürülen Huzâalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya

Benî Bekir Kabîlesinin himâyesinden vazgeçilmesini istedi.

İki şarttan biri kabûl edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi.

Kureyşliler, ilk iki şartı kabûl etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.

b) Kureyş’in Barışı Yenileme Teşebbüsü

Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişmân oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye yolladılar.

Ebû Süfyân, Medine’de önce, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın zevcelerinden kızı Ümmü Habîbe’ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habîbe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebû Süfyân sordu:

– Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden? Kızı cevap verdi.:

– Bu, Rasûlüllah (s.a.s.)’e âittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.(315)

Ebû Süfyân, daha sonra Rasûlüllah (s.a.s.)’e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashâbın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fâtıma’yı ziyâret ederek O’ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali’nin tavsiyesine uymaktan başka çâre yoktu. Mescide geldi:

– Ey nâs, ben her iki tarafı da himâyeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz.. dedi. Fakat, kimseden cevâp alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke’nin yolunu tuttu. Bir işâretle bütün Mekke’yi harekete geçiren Ebû Süfyan, Medine’de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile merâmını anlatamamıştı.

Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:

– Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilân ettiğin barış neye yarar…, dediler.(316)

c) Fetih Hazırlığı

Ebû Süfyan Mekke’ye döndükten sonra Rasûlüllah (s.a.s.)gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashâbına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfâr, Eslem, Eşca’ Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere haber salarak Ramazan’ın ilk günlerinde Medine’de toplanmalarını istedi.

Rasûlüllah (s.a.s.),Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.

d) Ebû Beltea oğlu Hâtıb’ın Kureyş’e Yazdığı Mektup

Ancak ashabtan Ebû Beltea oğlu Hâtıb, durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke’ye göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), İlâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.

– Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin,buyurdu.

Kadın önce inkâr etti, fakat, “seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız”, deyince, çâresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.(317)

Mektupta, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın önüne durulamaycak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb’dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) bir hey’et önünde Hatıb’ı sorguya çekti.

– Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın, diye sordu. Hâtıb:

– Ya Rasûlüllah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke’de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdârlar kazanarak âilemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat’iyyen küfre razı olmam, diye kendini savundu. Hz. Ömer, dayanamayıp:

You May Also Like:  TARIK SURESİ (Resmi Mushaf : 86 / İniş Sırası : 36)

– Yâ Rasûlallah, izin ver de şu münâfığın boynunu vurayım, demişti. Fakat, Rasûlüllah (s.a.s.) Hâtıb’ın suçunu bağışladı.

– Yâ Ömer, Hâtıb Bedir Gazası’nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenâb-ı Hak Bedir ehline: “Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım” demiş olabilir, buyurdu.

Fakat bu olayla ilgili olarak: “Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbımız olan Allah’a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.” (el-Mümtehine Sûresi, 1) anlamındaki âyet-i kerime indirilmiştir.(318)

e) Mekke’ye Yürüyüş

Müslümanlığın temeli, “Tevhid İnancı” dır. Tevhid İnancı’nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke’deki Kâbe’dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline getirilmişti. İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke’nin şirkten kurtulması, Kâbe’nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.

Rasûlüllah (s.a.s.), Hicretin 8’inci yılı, Ramazan’ın 10’uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine’den çıktı.(319) (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti.(320) O gün Rasûlüllah (s.a.s.) ve ashâbı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular. (321)

Rasûlüllah (s.a.s.)’ın amcası Abbâs Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizliyerek Mekkede müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke’deki haberleri gizlice Rasûlüllah (s.a.s.)’e ulaştırıyordu. Artık Mekke’de yapılacak iş kalmamıştı. Hîcret için Mekke’den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyâsını çocuklarıyla Medine’ye gönderip O da orduya katıldı. Rasûlüllah (s.a.s.) Abbâs’ın gelişinden memnun oldu.

– Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da sen; diye iltifatta bulundu.

Mekke’ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesâfede “Merru’z-zahrân” denilen yerde karargâh kuruldu. Rasûlüllah (s.a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcûdunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş’e göstermek istiyordu.

Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru’zahrân’a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke’den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasûlüllah (s.a.s.)’ın muhâfızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzûruna getirildiler, Rasûlüllah (s.a.s.)’a karşı en çok kin besleyen Mekke’nin resi Ebû Süfyân burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbâs:

– Yâ Rasûlallah, Ebû Süfyân övünmeyi sever, iftihâr edebileceği bir lütufta bulunsanız, demişti. Rasûl-i Ekrem:

– Her kim Ebû Süfyân’ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf’e girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu ilân etsin, buyurdu.(322) Daha dün, İslâm düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasûlüllah’ın emirlerini tebliğ etmekle iftihâr edecek, şeref kazanacaktı.

Merru’z-zahrân’dan hareket edileceği sıra Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Abbas’a:

– Ebû Süfyân’ı yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun ihtişâmını görsün, diye emretti.

Hz. Abbâs, Ebû Süfyân’ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücâhidler sırayla alay alay Ebû Süfyân’ın önünden geçtikçe Ebû Süfyân’ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabîle olduğunu soruyordu. Hz. Abbâs:

– Bunlar Gıfâr kabîlesi, şunlar Cüheyne.. diye geçen kabîleleri bir bir anlattıkça Ebû Süfyân:

– Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki , buraya kadar gelmişler, diye hayretini ifâde ediyordu. Bir ara:

– Yâ Abbâs, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş, dedi. Hz. Abbâs:

– Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir, diye cevâp verdi.

Nihâyet, Ebû Süfyân’ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensârdı. Başlarında Sa’d b. Ubâde sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasûlüllah (s.a.s.) ile ensar ve muhâcirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasûlüllah (s.a.s.)’in sancağını Avvâm oğlu Zübeyr taşıyordu.

Ensâr alayı, Uhud ve Hendek Savaşları’nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebû Süfyân’ın önünden geçerken Sa’d b. Ubâde:

– Ey Ebû Süfyân, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kâbe’de kan dökmenin helal kılındığı gündür, demişti. Ebû Süfyân Sa’d’ın sözlerini Rasûlüllah (s.a.s.)’a nakletti. Hz. Rasûlüllah (s.a.s.):

– Sa’d yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk’ın Kâbe’yi yücelteceği gündür. Bugün Kâbe’nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür, buyurdu.(323) Sa’d’ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali’yi gönderdi, ensâr sancağının Sa’d’dan alınıp oğlu Kays’a verilmesini emretti.(324)

Müslüman mücâhidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebû Süfyân, Mekke’nin tesliminden başka çâre olmadığını anladı. Hz. Abbas’tan ayrılarak, hemen Mekke’ye döndü. Harem-i Şerif’e vardı. Heyecân içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitâbetti:

– Muhammed (s.a.s.) , karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile geliyor:

1) Her kim Ebû Süfyan’ın evine gelirse emniyettedir.

2) Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.

3) Her kim, Harem-i Şerîf’e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selâmet bulasınız…

Ebu Süfyân’ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese “müslüman olun”, diyordu. Herkeste bir telâş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. Çoğunluk ise Ebû Süfyân’ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerîf’te ve Ebû Süfyân’ın evinde toplandılar.

f) Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)

Rasûlüllah (s.a.s.), Mekke’ye girmeden önce, “Zî Tuvâ” denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tâyin etti. “Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbûr kalmadıkça kan dökmeyin…” diye tenbihte bulundu.

Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişâmla dönüyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrûr bir fâtih gibi değil, son derece mütevâzi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve duâ ile, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.

Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke’ye girdiler. Yalnızca Velîd oğlu Hâlid’in komuta ettiği birlik tecâvüze uğradı. Kureyş’in azılılarından Ümeyye oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime bir çete kurdular. Hâlid’in birliklerini Mekke’ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Hâlid, saldırganlar üzerine hücûm ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.

Rasûlüllah (s.a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecâvüzün müşriklerden başladığını öğrenince:

– İlahî takdir böyleymiş, buyurdu.

Rasûlüllah (s.a.s.) çadırını Kinâneoğulları yurdunda “Hacûn” denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri’nin 7’inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinâneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı(325). Bu anlaşma gereğince müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.

Rasûlüllah (s.a.s.) çadırında gusledip 8 rek’at “duhâ namazı” kıldı, sonra, devesine binerek, Kâbe’ye geldi. Yol boyunca Fetih Sûresi’ni okuduğu işitiliyordu.(326) Deve üzerinde, ihrâmsız olarak Kâbe’yi tavâf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved’i istilâm etti.

g) Kâbe’nin Putlardan Temizlenmesi.

Kâbe etrâfında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan “Hubel”, Kâbe’nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe’nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzât deviriyordu. Putlar yıkılırken:

“Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmağa mahkûmdur.”(327) “Hâk geldi, artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir”(328) diyordu.(329)

Kâbe’ye girmek için Rasûlüllah (s.a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osmân anahtarı getirdi. “Emânettir Ya Rasûlallah”, diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’e teslim etti. Kâbe’nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.)’ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabûdlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasûlüllah (s.a.s.), yanına Üsâme, Bilal ve Talha oğlu Osmân’ı da alarak Kâbe’ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.(330) Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Hârem-i Şerif’te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.

h) Fetih Hutbesi ve Genel Af

Rasûlüllah (s.a.s.) Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O’nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasûlüllah (s.a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitâbetti.

“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O va’dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.

İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.

Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem’dendir, (O’nun çocuklarıdır.) Âdem de topraktan yaratılmıştır.”

Sonra şu anlamdaki âyet-i kerîmeyi okudu.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır.” (Hucurât Sûresi, 13)

Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm’ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı mânâlı bir bakışla süzdükten sonra:

– Ey Kureyş cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Mekkeliler hep bir ağızdan:

– Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun, diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):

– Ben de size Yûsuf’un kardeşlerine söylediği gibi, “Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok.” (Yûsuf Sûresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz (331), buyurdu.

Böylece Rasûlüllah (s.a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (s.a.s.)’e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (s.a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasûlüllah (s.a.s.)’in büyüklüğünü ortaya koymağa kâfidir.

Bu hitâbesinden sonra Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm’da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbâs yapıyordu. Hicâbe (Kâbeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebû Talha oğulları yapıyordu. Bu esnâda Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları’nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasûlüllah (s.a.s.) Osman b. Talha’yı çağırdı.

– Yâ Osmân, bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür, al işte anahtarın, buyurdu (332).

Öğle vakti, Hz. Bilâl Kâbe’nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. “Allâhü Ekber” nidâları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnâda, Ebû Süfyân, Esîd oğlu Attâb, Hişâm oğlu Hâris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kâbe’nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinden Attâb:

– Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi, dedi. Hâris de:

– Şunun hak olduğunu bilsem, vallâhi ben de icâbet ederdim, diye konuştu. Ebû Süfyân ise:

– Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O’na haber vereceğinden korkuyorum, dedi.

Az sonra yanlarına Rasûlüllah (s.a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi. Bunun üzerine:

– Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehâdet ederiz ki, sen Allah’ın Rasûlüsün, diye şehâdet getirdiler.(333)

l) Mekke Halkının Bîatı

Öğle namazından sonra, Rasûlüllah (s.a.s.) Safâ tepesinin yüksekce bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan bîat aldı. Erkekler, İslâm ve cihâd üzerine bîat ettiler(334). Kadınlar ise aşağıda meâli yazılı âyet-i celîledeki esaslara uyacaklarına dâir bîat ettiler.

“Ey Peygamber, mü’min kadınlar Allah’a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biâtlarını kabûl et, Onlara Allah’tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Mümtehine Sûresi, 12)

Erkekler, Rasûlüllah (s.a.s.)’in elini tutup musâfaha ederek biât ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasûlüllah (s.a.s.)’in bulunduğu su kabına ellerini batırarak bîat ettiler.(335) Rasûlüllah (s.a.s.) in eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir. (336)

j) Rasûlüllah (s.a.s.)’in Ensâr’ın Endişesini Gidermesi

Fetihten sonra ensâr kendi aralarında :

– Cenâb-ı Hakk, Rasûlüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir, diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) bunu duyunca:

– Böyle bir şeyden Allah’a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür, buyurdu. (337) Ensârın endişelerini giderdi.

(315) Zâdü’l-Meâd, 2/386; İbn Hişâm, 4/38

(316) İbn Hişâm, 4/39; Zâdü’l-Meâd, 2/387; Târih-i Din-i İslâm, 3/415

(317) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/322; Târih-i Din-i İslâm, 3/417

(318) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/323

(319) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No: 1622); Târih-i Din-i İslâm 3/418

(320) Tecrid Tercemesi, 10/235; Kısas-ı Enbiyâ, 1/410

(321) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No:1622)

(322) Zâdü’l-Meâd, 2/391; İbn Hişâm, 4/47; Tecrid Tercemesi, 10/332

(323) el-Buhârî, 5/91; Tecrid Tercemesi,10/331 (Hadis No: 1624)

(324) Zâdü’l-Meâd, 2/392; Tecrid Tercemesi, 10/332; İbn Hişâm, 4/49

(325) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 6/132 (Hadis No: 786) ve 10/335

(326) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/337 (Hadis No: 1625)

(327) el-İsrâ Sûresi, 81

(328) Sebe’Sûresi, 49

(329) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/338 (Hadis No: 1626)

(330) el-Buhârî, 5/93; Tecrid Tercemesi, 10/339 Buhârî’nin Abdullah b. Ömer’den rivâyetine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke’nin fethi günü Kâbe’ye girdiğinde içerde namaz kılmıştır. Abdullah b. Abbas’tan rivâyetine göre ise namaz kılmamış sadece tekbir getirmiştir. (Buhârî, 5/93)

(331) İbn Hişâm, 4/54; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/252; Zâdü’l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341

(332) İbn Hîşâm, 4/55; Zâdü’l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342

Câhiliyet devrinde Kâbe’yi pazartesi ve perşembe günleri ziyarete açarlardı. Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s) ‘de gelmiş halkla birlikte O da içeri girmek istemişti. Fakat Osmân b. Talha kabalık etmiş, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın içeri girmesine engel olmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.) hiç kızmadan:

-“Ya Osmân, yakında sen benim bu anahtarı dilediğim kişiye verebileceğim bir günü göreceksin…” buyurmuştu. Şimdi Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) anahtarı dilediğine verebilirdi. Fakat gene Osmân’a verdi. ve:

-Yâ Osmân, sana söylediğim söz gerçekleşti mi? diye sordu. Osmân, olayı hatırladı:

-Evet, gerçekleşti, şehâdet ederim ki sen, Allah’ın Rasûlüsün, dedi. (Zâdü’l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342-343)

(333) İbn Hişâm, 4/56; Zâdü’l-Meâd, 2/395; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/254

(334) İbnü’l-Esîr, 2/252-253

(335) Hak Dini Kur’ân Dili, 6/4916; Tecrid Tercemesi, 10/344

(336) el-Buhârî, 6/173; Müslim, 3/1489 (Hadis No: 1866); İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/254

(337) Zâdü’l-Meâd, 2/397; Müslim, 3/1405 – 1406 (Hadis No: 1780); Tecrid Tercemesi 10/346-347

HUNEYN GAZVESİ (6 Şevval 8 H./ 27 Ocak 630 M.)

And olsunki, Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen size dar gelip de bozularak gerisin geriye döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti.”

(et- Tevbe Sûresi, 25-26)

Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Mekke’ye yaklaşık 16 km. mesafede bir vâdidir. Câhiliyet devri Arap şâirlerinin şiir müsabâkası yaptıkları “Zü’l-mecâz” panayırı da bu vâdi kanarında kurulurdu. Huneyn Savaşı, Mekke’nin fethinden on altı gün sonra (6 Şevval Cumartesi) bu vâdide Hevâzin Kabîlesi ve müttefikleriyle yapıldı.

a) Savaşın Sebebi

Hevâzin, Arabistan’ın en büyük kabîlelerinden biriydi. Mekke’nin güney-doğusundaki dağlarda yaşıyorlardı. Mekke müslümanlar tarafından fethedilmiş, Kâbe’deki bütün putlar kırılmıştı. Hevâzin kabîlesi bu durumdan endişeye düştü. Tedbir alınmazsa, aynı hâl bir gün kendi başlarına gelebilirdi. Kabîle başkanı genç şâir Avf oğlu Mâlik’in teşvikiyle hemen savaş hazırlığına başladılar. Tâif’te bulunan Sakîf Kabîlesi de bunlarla birleşti. Bu iki büyük kabîle (Peygamber Efendimizin süt annesi Halîme’nin mensup olduğu) Sa’d Oğulları gibi bazı küçük kabîleleri de ittifakları içine aldılar. Böylece 20 bin kişilik bir kuvvetle Huneyn Vâdisi’nde toplandılar. Bu harekâtı, ölüm-kalım savaşı sayıyorlardı. Bu sebeple kadınlarını, çocuklarını, bütün hayvanlarını ve kıymetli eşyalarnı da berâberlerinde getirdiler. Ya savaşı kazanıp, Müslümanlığı ortadan kaldıracaklar, yahut da bu uğurda hepsi öleceklerdi.

b) Düşman Üzerine Yürüyüş

Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke’de şehrin idâresini düzenlemekle meşguldü. Düşmanın Huneyn’de toplandığını öğrenince, Mekke’de Esîd oğlu Attâb’ı kaymakam bırakarak, 12 bin kişilik bir kuvvetle derhal düşmana karşı harekete geçti. Bu kuvvetin l0 bini, Mekke’nin fethi için Medine’den gelen mücâhidler, 2 bini ise, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olan Kureyşlilerdendi. Ayrıca bunlar arasında 80 kadar da henüz müslüman olmamış Mekkeli müşrik vardı. Ümeyye oğlu Safvân bunlardan biriydi.

Müslüman ordusu gerek sayı, gerek silâh ve teçhizat bakımından mükemmeldi. Şimdiye kadar hiç bu kadar mükemmel bir orduları olmamıştı. Bu durum müslümanların bir çoğunu gururlandırıyor, “artık bu ordu yenilmez,” diyorlardı.(338)

İki ordu Huneyn vâdisinde karşılaştı. Müslüman ordusu Huneyn’e sabah karanlığında ulaşmış, vâdinin alçak kısımlarında yer alabilmişti. Düşman kuvvetleri ise buraya önceden gelmişler, yüksek kısımlara ve en elverişli yerlere yerleşerek pusu kurmuşlardı.

c) Pusaya düşünce

İslam ordusunun öncü kuvveti, yeni müslüman olan Mekke’lilerle Süleym Oğullarından meydana gelmişti. Velîd oğlu Hâlid’in komutasında sabah karanlığında pervasız ve tedbirsizce ilerlerken, pusuya düşdüler. Ansızın karşılaştıkları ok yağmuruyla dağılıp geri çekildiler. Alaca karanlıkta her taraftan düşman hücûma başladı. Öncü kuvvetlerdeki çekilme, gerideki birliklere de sirâyet etti. Müslümanlar daracık vâdide, yamaçları tutmuş olan düşmanın ok yağmuru altında neye uğradıklarını anlayamadılar. Şaşırıp birbirlerine girdiler. Umûmî bir panik başladı. Böylece o yenilmez sanılan mükemmel ordu, daha savaş başlamadan dağıldı, herkes kaçmağa başladı.

Ancak Rasûlüllah (s.a.s.) bindiği katırı düşmana doğru sürüyordu. Sağında amcası Abbâs, solunda amcazâdesi Hâris oğlu Ebû Süfyân, katırın dizginlerini tutarak, ilerlemesine engel olmağa çalışıyorlardı(339). Rasûlullah (s.a.s. ) etrafında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Üsame…gibi, ashâbın ileri gelenlerinden ancak 80-100 kişi kalmıştı.

Bu âni bozgun, yeni müslüman olanlardan, henüz imânı zayıf kimselerin gerçek düşüncelerini ortaya çıkarıvermişti. Ebû Süfyan mânâlı bir tebessümle:

– Artık bu bozgunun denize kadar önü alınamaz, demişti. Kelede:

– Bugün sihir bozuldu, diye haykırmış, henüz müşrik olan kardeşi Safvân:

– Sus, ağzın kurusun, bana Hevâzinden biri hâkim olacağına Kureyş’den biri olsun, diyerek kardeşini azarlamıştı? Uhud Savaşında öldürülen Ebû Talha’nın oğlu Şeybe ise:

– Bugün Muhammed’den intikamım alınıyor, diyecek kadar ileri gitmişti. Mekke’de bile:

– Muhammed ölmüş, ordusu dağılmış, Arablar eski dinlerine dönecekler, diye söylentiler çıkmış, Rasûlüllah (s.a.s. ) kaymakam bıraktığı Attâb b. Esîd:

– Muhammed ölmüşse, Allah bâkidir, şerîatı duruyor, diye halkı teskine çalışmıştı.

d) Rasûlüllah (s.a.s. )’in Metâneti ve Düşmanın Hezîmeti

İşte böylesine tehlikeli bir anda Hz. Peygamber (s.a.s.), metânetle yerinde durup, kaçıp dağılan müslümanlara:

– Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz. Ben Allah’ın Peygamberiyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalib’in torunuyum, diyordu.(340)

Sonra Rasûlüllah (s.a.s. )’in emriyle Hz. Abbâs gür sesiyle haykırdı:

– “Ey Akabe’de bîat eden ensâr! Ey, Şecere-i Rıdvân altında, geri dönmemek üzere bîat edip söz veren ashâb! Muhammed (s.a.s.) burada. O’na doğru gelin.

Abbâs’ın sesini duyanlar,, derhal “Lebbeyk, lebbeyk” diyerek geri dönüp geldiler. Yâ Evs, Yâ Hazrec diye nidâ ederek bütün ensâr Rasûlüllah (s.a.s. )’in etrâfında yeniden toplandılar. Savaş bütün şiddetiyle yeniden başladı.(341)

Hz. Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Hakk’a zafer ihsân etmesi için duâ ettikten sonra yerden bir avuç toprak alıp düşman üzerine savurdu. Düşmanlardan bu topraktan gözüne isâbet etmeyen hiç kimse kalmadı.(342) Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla düşman hezimete uğradı. Darmadağın olup, kadınlarını, çocuklarını, hayvanlarını bırakıp kaçmağa başladılar. Müslümanlar arkalarından kovalayıp, yetişebildiklerini öldürdüler veya esir ettiler. Savaşı kazanmak üzere olan düşman, mağlup oldu; yenilmek üzere olan Müslümanlar ise galip geldi. Savaşta müşriklerden ölenlerin sayısı 70’i buldu, müslümanlardan ise 4 şehid vardı.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu savaş şöyle anlatılmaktadır:

“(Ey mü’minler), şüphesiz Allah size (Bedir, Hendek, Hudeybiye, Hayber ve Mekke gibi) bir çok yerlerde ve Huneyn gününde yardım etti. O gün Çokluğunuz size gurûr vermiş, böbürlendirmişti. Fakat bu çokluğun hiç bir faydası olmamış, yeryüzü bütün genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra gerisin geriye dönüp kaçmıştınız. Bu hezîmetten sonra Allah, Peygamberine ve mü’minlere sükûnet veren rahmetini indirdi, görmediğiniz askerler (melekler) gönderdi, inkâr edenleri azâba uğrattı. Kâfirlerin cezâsı işte budur.” (et-Tevbe Sûresi, 25-26)

(338) et-Tevbe, Sûresi, 25-26

(339) Müslim, 3/1398 (Hadis No: 1775)

(340) el-Buhârî, 5/99; Müslim, 3/1400 (Hadis No: 1776); Tecrid Tercemesi, 10/353

(341) Müslim, 3/1398-1399 (Hadis No: 1775); İbn Hişâm, 4/87

(342) Müslim, 3/1402 (Hadis No: 1ş)

EVTÂS SAVAŞI

Huneyn’de bozguna uğrayan düşmanın bir kısmı, bu bölgedeki Evtâs Vâdisi’nde toplandı. Bunların başında ihtiyar bir savaşçı olan Düreyd b. Simme vardı. Bir kısmı da Sakif kabîlesiyle birlikte Tâif’e çekildi. Bunların başında ise Hevâzin reisi Avfoğlu Mâlik bulunuyordu. Bunlar, hazırlıklarını tamamlayıp yeniden savaşmak istiyorlardı. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s. ) Evtâs üzerine Ebû Mûsa’l-Eş’arî’nin amcası “Ebû Âmir” komutasında bir birlik gönderdi.

Yapılan savaşta Düreyd öldürüldü. Ebû Âmir de şehid oldu. Ebû Âmir, yaralandığı zaman, kumandayı yeğeni Ebû Mûsa’l-Eş’arî’ye bırakmıştı. Ebû Mûsâ savaşı kazandı. Birçok esir ve ganimetle geri döndü.(343)

Esirler arasında Sa’d Oğulları Kabîlesi’nden Rasûlüllah (s.a.s. )’in süt kardeşi “Şeymâ” da vardı. “Ben Peygamberin süt kardeşiyim” deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e götürdüler. Rasûl-i Ekrem Şeymâ’yı görünce tanıdı. Üzüntüsünden gözleri yaşardı. Hemen hırkasını serip üzerine oturttu, hâl-hatır sorup ikrâmda bulundu. Bir köle, bir câriye, iki deve ve bir mikdâr koyun vererek, isteği üzerine kabilesine gönderdi.(344)

6- TÂİF MUHÂSARASI (Şevvâl 8 H./Şubat 630 M.)

Huneyn hezîmetinden sonra Sakif Kabîlesi, memleketleri olan Tâif’e çekilmişlerdi. Hevâzin Kabîlesinin reisi Avf oğlu Mâlik de bunlarla berâberdi. Huneyn Savaşı’nın kesin sonucunu almak için Tâif’te toplananların da takibi gerekiyordu.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Hâlid b. Velîd’i bin kişilik öncü kuvvetle Tâif’i muhâsara için gönderdi. Huneyn ve Evtâs’ta ele geçen ganimet ve esirleri Mekke’ye yaklaşık 16 km. mesâfede “Ci’râne” denilen yerde muhâfaza altına aldıktan sonra, kendisi de ordusuyla Tâif üzerine yürüdü.

Tâif, Mekke’nin güney doğusunda, etrâfı yüksek kale duvarlarıyla çevrili eski bir şehirdi. Kale içinde bol miktarda erzâk ve silah depo edilmişti. Muhâsara yirmi günden fazla sürdü. Müslümanlar ilk defa bu muhâsarada, kale duvarlarını yıkmak için mancınık ve debbâbe denilen savaş âletlerini kullandılar.(345) Bu âletleri müslümanlara Sel-mân-ı Fârisî öğretmişti. Fakat kale duvarları çok sağlamdı. Tâifliler, duvarlar üzerindeki siperlerden ok atarak kaleyi savunuyorlar, gedik açılmasına imkân vermiyorlardı. Hatta, atılan oklarla 12 kişi şehid olmuştu. Bir ara Hâlid b. Velîd mubâreze için er diledi. Tâifliler:

– Sana karşı çıkabilecek kimsemiz yok, erzâkımız bitinceye kadar kaleyi savunacağız. Sonra hep birlikte çıkıp ölünceye kadar çarpışacığız, diye cevâp verdiler.

Tâiflilerin erzâkları tükenip teslim olmaları veya kaleden çıkmaları uzun sürecekti. Rasûlüllah (s.a.s). durumu, ashabı ile istişâre etti. Nevfel b. Muâviye:

– Tilki inine kapandı. Uzun müddet sıkıştırılırsa, mecbûr olup çıkar, böyle bırakılsa da zarar gelmez, dedi.(346) Muhâsaranın uzamasında yarar görülmedi. Rasûlüllah (s.a.s. ):

– Allah’ım, Sakif’e hidâyet nasip et, onları bize gönder, diye duâ etti.(347) Muhâsarayı kaldırıp, ganimetleri mücâhidlere dağıtmak üzere Ci’râne’ye döndü. Tâifliler bir sene sonra (Hicretin 9’uncu yılında) Medine’ye bir hey’et gönderip İslâm Dini’ni kabûl ettiklerini bildirdiler.

(343) el-Buhârî, 5/101; Tecrid Tercemesi, 10/358 (Hadis No: 1629); İbn Hişâm, 4/97

(344) Tecrid Tercemesi, 7/134; İbn Hişâm, 100-101; Târih-i Din-i İslâm, 3/454

(345) İbn Hişâm, 4/126; Zâdü’l-Meâd, 2/462

Mancınık: Topun icâdından önce, kale duvarlarını dövmek için iri taş ve gülle atmakta kullanılan âlet.

Debbâbe: Tahtadan bir iskelet üzerine kalın deri gerilerek yapılan bir savaş âleti. İçine kale duvarlarını delecek askerler girip yavaş yavaş kale duvarı dibine kadar yaklaşırlar ve bu siperin içinde duvarı delerlerdi. Bu âlet, ilkel bir tank demekti.

(346) Zâdü’l-Meâd, 2/462; Tecrid Tercemesi, 10/365 (Hadis No: 163)

(347) Zâdü’l-Meâd, 2/463; İbn Hişâm, 4/131

ESİRLER VE GANİMETLER

Huneyn ve Evtâs Savaşlarında, kadın erkek 6 bin esir, 24 bin deve, 40 bin okiyye (yaklaşık 5 ton) altın ve gümüş ve pek çok kıymetli eşyâ ele geçmiş, bunlar Ci’râne’de toplanmıştı. (348) O zamana kadar hiçbir savaşta bu kadar çok esir ve ganimet ele geçmemişti. Özellikle yeni Müslüman olmuş bedevî Araplar, Huneyn zaferinin ilk gününden itibâren, ganimet mallarını paylaştırılmasını istemişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) ise bu mürâcaatlara:

– Tâif’ten döndüğümüzde, diye cevâp vermişti.

a) Esirlerin Serbest Bırakılması

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Tâif’ten Ci’râne’ye döndükten sonra esirleri ve ganimet mallarnı hemen paylaştırmadı. Esirleri kurtarmak üzere Hevâzinlilerin müracaatlarını bekledi.(349) Yeni müslüman olan bedevîler ise, kendilerine bir an önce ganimetlerin verilmesi için sabırsızlanıyorlardı.(350)

Nihâyet, Hevâzin Kabîlesinden 14 kişilik bir hey’et geldi. Bunların çoğu bu esnâda müslüman olmuşlardı. Aralarında Rasûlüllah (s.a.s.)’in süt annesi Halîme’nin mensûb olduğu Sa’doğulları’nın temsilcileri de vardı.

– Yâ Rasûlallah, biz asâlet ve aşîret sâhibi kimseliriz, başımıza geleni biliyorsunuz, dediler; esirlerin ve ganimet mallarının geri verilmesini istediler. İçlerinden Hz. Peygamber (s.a.s.)’in süt amcası Zübeyr:

– Ey Allâh’ın Rasûlü, esir kadınlar arasında süt halalarınız, süt teyzeleriniz de var. Onlar sana çocukluğunda hizmet ettiler. Sen ise yardım için başvurulacak insanların en hayırlısısın… dedi.(351) Rasûlüllah (s.a.s.) onları dinledikten sonra:

– Ben sizi bugüne kadar bekledim. Siz çok geç kaldınız. Halk etrâfımda, ganimetlerin paylaştırılmasını bekliyor. Şimdi siz ikisinden birini tercih edin. Kadınlarınızı ve çocuklarınızı mı istersiniz, yoksa mallarınızı mı? diye sordu. Hey’et:

– Elbette kadınlarımızı ve çocuklarımızı isteriz. Âile şerefini hiç bir şeyle değişmeyiz, dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):

– Bana ve Abdülmuttalib oğullarının payına düşen esirler serbesttir, onları size bağışladım, buyurdu. Diğerlerinin de serbest bırakılması için, namazdan sonra, kendisini şefâatçi kılarak, müslamanlardan istemelerini söyledi. Hevâzin hey’eti, Rasûlüllah (s.a.s.) ‘in öğrettiği gibi yaptılar: Öğle namazından sonra ayağa kalkıp:

– Biz, Rasûlüllah (s.a.s.)’i şefâtçi kılarak, Müslüman kardeşlerimizden, kadınlarımızı ve çocuklarımızı bağışlamalarını istiyoruz, dediler. Gönülleri coşturacak sözler söylediler. Rasûlüllah (s.a.s.) Cenâb-ı Hakk’a hamd ve sena ettikten sonra:

– Ashâbım, bana ve Abdülmuttalib oğullarının payına düşen bütün esirleri ben serbest bıraktım. İçinizden, kardeşlerinizin gönlünü hoş etmek, karşılığını Allah’dan almak isteyenler de böyle yapsın. Bedelsiz vermek istemeyenlere ise, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân edeceği ilk ganimetten (her bir esir için 6 deve) vereceğim, buyurdu.

Bütün müslümanlar:

– Biz de hissemize düşeni, Rasûlüllah (s.a.s.)’a bağışladık, diye bağrıştılar. Böylece 6 bin esir bir anda kurtulmuş oldu.(352) İnsanlık târihinde bu olayın benzerini göstermek mümkün değildir. Bu büyüklük karşısında Hevâzin Kabîlesi toptan Müslüman oldu.

Bu esnâda, kabîle reisi Mâlik Tâif’teydi. Hz. Peygamber (s.a.s.) Hevâzin heyetine:

– Eğer Mâlik, gelir de Müslüman olursa,bütün âilesi ve mallarından başka ayrıca 100 de deve veririm, buyurdu. Mâlik bu heberi duyunca, gelip Müslüman oldu. Çocuklarıyla birlikte, bütün mallarını ve 100 deveyi alarak kabîlesine döndü. Rasûlüllah (s.a.s.) onu kabîlesine âmil (zekât toplama memuru) tâyin etti.(353)

b) Ganimetlerin Taksimi

Esirlerin hürriyete kavuşmasından sonra sıra ganimetlerin taksimine geldi. Esâsen Bedevîler:

– Artık bizim de deveden, davardan hakkımızı ver, diye taşkınlık yapıyorlar, Rasûlüllah (s.a.s.) ‘ın peşini bırakmıyorlardı. Rasûl-i Ekrem bunlara hitâben:

– Ey nâs! Ne diye sabırsızlanıyorsunuz? Ganimet davarları, şu vâdinin ağaçları sayısınca bile olsa, dağıtacağım. Sonra yanındaki deveden aldığı bir tüyü parmaklarının arasında göstererek:

– Benim sizin ganimetlerinizle, değil bir deve, şu tüy kadar bile ilgim yok. Aldığım beşte bir hisse de gene size (fakirlerinize) sarfolunmaktadır. İğne-iplik bile olsa, aldığınız her şeyi teslim ediniz. Çünkü kıyâmet gününde en büyük ar ve azâb vesîlesidir, buyurdu.(354) Sonra ganimet mallarını dağıtmağa başladı.

Ganimetler beşe bölündü. Bir hisse Beytü’l-mâl için ayrıldı, dördü mücâhitlere paylaştırıldı. Beytü’l-mâl hissesinin tasarrufu (harcama yetkisi) Rasûlüllah (s.a.s.) ‘e âitti.(355)

c) Müellefe-i Kulûb

Rasûlüllah (s.a.s.) , Mekke’nin fethinden sonra müslüman olmuş olan Kureyş ileri gelenlerine ganimetten paylarına düşenden ayrı olarak, Beytü’l-mâl hissesinden de bol mikdârda bağışda bulundu. Bunlar uzun yıllar, Rasûlüllah (s.a.s.)’a düşmanlık hareketinin öncülüğünü yapmışlar, Mekke’nin fethinden sonra çâresiz müslüman olmuşlardı. Ancak gönülleri İslâm’a ısınmamıştı. Bunca yıl İslâm düşmanlığı yaptıktan sonra, bir anda bütün kalbiyle Müslümanlığı benimseyivermek kolay bir iş değildi. Kur’ân-ı Kerîm, bu gibilere “el-müellefetü kulûbühüm” adını vermekte, gönüllerinin kazanılması, İslâm’a ısındırılması için bunlara zekât verilebileceğini bildirmektedir.(356) Rasûlüllah (s.a.s.) bunları İslâm’a ısındırmak istedi. Çünkü bunlar nüfûzlu ve itibârlı kimselerdi, halk üzerindeki tesirleri büyüktü. Samîmî müslüman oldukları takdirde, kendilerinden faydalı hizmetler beklenebilirdi.

“Müellefe-i kulûb” denilen bu kimselerin sayısı, 30 kadardı. Rasûlüllah (s.a.s.) bunların bir kısmına 100’er deve ile münâsip miktâr gümüş verdi. Ebû Süfyân ile oğlu Muâviye, Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Amr oğlu Süheyl, Ümeyye oğlu Safvân, Ebû Talha oğlu Şeybe bunlardandır. Diğer kısmına ise, durumlarına göre 50’şer veya 40’ar deve, uygun mikdarda gümüş verildi.(357)

d) Ensâr’dan bir Kısım Gençlerin Yakışıksız Sözleri

Müellefe-i kulûb’a yapılan bu bağışlar, imânı zayıf olanları İslam’a ısındırmak, henüz imân etmemiş olanların, gerçek müslüman olmalarını sağlamak içindi.(358)

Ancak, Rasûlüllah (s.a.s.)’in bu yüksek düşüncesini ensârdan bazı gençler kavrayamamıştı. Kendi aralarında:

– Cenâb-ı Hak, Rasûlüne hayır ihsan buyursun, artık kendi kavmine kavuştu. Henüz kılıçlarımızdan Kureyş kanı damlarken, bizi bırakıp bütün ganimeti onlara verdi.(359) Savaş gibi zor işler olunca biz çağrılıyoruz, ganimete ise başkaları…(360) gibi sözlerle yakışıksız dedi-kodular yaptılar. Hatta münafıklardan biri:

– Bu taksimde Allah rızası gözetilmedi, demişti. (361/1)

Rasûlüllah (s.a.s.) bu tür dedi-koduları duyunca son derece üzüldü. Hemen Ensâr’ın toplanmalarını emretti. Allah’a hamd ve senâdan sonra:

– Ey Ensâr Cemâti! Siz yolunu şaşırmış müşriklerdiniz. Allah size benimle doğru yolu göstermedi mi? Siz tefrikaya düşmüş, birbirinize düşman olmuştunuz. Allah, benim hicretimle sizi kaynaştırmadı mı? Siz fakir idiniz. Cena-ı Hakk, benim aranıza gelmemle sizi refâha kavuşturmadı mı? Rasûlüllah (s.a.s.) sordukça ensâr:

– Bütün minnet, Allah ve Rasûlüne, bütün minnet Allah ve Rasûlüne, diye cevap verdiler.(361/2). Rasûlüllah (s.a.s.) devâmla:

– Ey Ensâr! Siz isteseydiniz, şöyle de cevâp verebilirdiniz: “Seni kavmin yalanlamıştı. Bize hicret ettin, biz seni tasdik ettik. Seni kavmin terk etmişti, biz sana yardım ettik. Seni kavmin kovmuştu, biz seni bağrımıza bastık. Sen yoksuldun, biz seni malımıza ortak ettik… Böyle söyleseydiniz, doğru söylemiş olurdunuz, ben de sizi tasdik ederdim.(362)

Ey Ensâr! Bu ne sözdür ki tarafınızdan söylenmiş, bana kadar ulaşmıştır? buyurdu. Ensârın ileri gelenleri:

– Ey Allah’ın Rasûlü, bizim büyüklerimizden hiç biri, sizi üzecek hiçbir söz söylememiştir. Yalnız bazı gençlerimiz, bu sözleri söylemişlerdir, dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) :

– Kureyşten bazı kimselere dünyalık verdim, bunlar küfür ve şirk zamanına yakın olduklarından, böylece kalblerini İslâm’a ısındırmak istedim. Ey Ensâr! Herkes aldığı mallarla, koyun ve develerle evlerine dönerken, siz de Peygamberinizle dönmeğe razı olmaz mısınız? Allah’a yemin ederim ki, Sizin Peygamberle Medine’ye dönmeniz, onların ganimet mallarıyla evlerine gitmesinden çok daha hayırlıdır, buyurdu. Ensâr yaşlı gözlerle:

– Râzıyız yâ Rasûlallah, biz yalnız Seninle dönmek isteriz, diye heyacânla bağrıştılar.(363) Rasûlüllah (s.a.s.) devamla:

– Eğer hicret fazileti olmasaydı, ben ensârdan bir fert olmak isterdim. Bütün insanlar açık bir vâdiye, ensâr ise dar bir dağ yoluna girse, ben ensâr’ın yolunu seçer, onlarla beraber giderdim. Ey Ensâr! Siz benden sonra, hakkınızın çiğneneceği günler de göreceksiniz. Sabrediniz ki, Kevser havzı başında bana kavuşasınız, buyurdu.(364)

e) Ci’râne Umresi ve Medine’ye Dönüş

Ganimetlerin dağıtılmasından sonra, Rasûlüllah (s.a.s.) Ci’râne’de ihrâma girdi. Mekke’ye inip umre yaptı. Esîd oğlu Attâb’ı Mekke’ye Vâlî tayin etti . Muâz b. Cebel’i de Mekkelilere İslâmî hükümleri öğretmek üzere bıraktı, ordusuyla birlikte Zilkade ayında Medine’ye döndü.

Çıkışı ile Medine’ye dönüşü arasında 2 ay 16 gün geçmişti.

You May Also Like:  CASİYE SURESİ (Resmi Mushaf : 45 / İniş Sırası : 65)

(348) Zâdü’l-Meâd, 2/443; Tecrid Tercemesi, 7/128 ve 10/372

(349) el-Buhârî, 4/54 ve 5/99

(350) Tecrid Tercemesi, 7/135 ve 10/370-372 (Hadis No: 1634)

(351) İbn Hişâm, 4/ 131; Zâdü’l-Meâd, 2/445; Tecrid Tercemesi, 7/33

(352) Bkz. el-Buhârî, 3/62; Nesâi, Sünen, 6/263 (K. Hibe, 1); Tecrid Tercemesi 7/128 (Hadis No: 1040); İbn Hişâm, 4/131-132; Zâdü’l-Meâd, 2/445

(353) İbn Hîşâm, 4/133-134; Tecrid Tercemesi, 7/141

(354) İbn Hişâm, 4/134; Nesâi, Sünen, 6/264 (K. Hibe:1)

(355) el-Enfâl Sûresi, 41

(356) et-Tevbe Sûresi, 60

(357) İbn Hîşâm, 4/135-136; Tecrid Tercemesi, 7/137 ve 8/506

(358) Tecrid Tercemesi, 8/509 (Hadis No: 1299); Gerçekten bu bağışların hemen tesiri görülmüştür. Ebû Süfyân:

“Anam babam sana fedâ olsun, bu ne büyük lütuf ve cömertlik, yâ Rasûlallah, Allah için sen sulh zamanında da, savaş zamanında da kerîmsin…” demişti.

Bu sırada vâdide en iyi cins 100 kadar deve dolaşmaktaydı. Ümeyye oğlu Safvân onlara bakarak:

Ne kadar güzel, demişti. Safvân henüz Müslüman değildi. Mekke’nin fethinden sonra, karâr verebilmek için iki ay mühlet istemiş, Rasûlüllah (s.a.s.), dört ay mühlet vermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), Safvan’ın develere imrendiğini görünce:

-Haydi onlar da senin olsun, buyurdu. Safvân:

-Bu derece lütuf ve cömertlik ancak peygamberde bulunabilir, diyerek verilen süreyi beklemedi, derhal Müslüman oldu. (Târih-i Din-i İslâm, 3/459)

(359) el-Buhârî, 4/59, 4/221 ve 5/104; Tecrid Tercemesi, 8/509 (Hadis No: 1300), 10/8 (Hadis No:1520 nin izahı) ve 10/371-373 (Hadis No: 1635); Müslim, 3/733 K. ez-Zekât, B. 46.(Hadis No: 132/1059)

(360) el-Buhârî, 5/106; Müslim, 2/736, K. ez. Zekât, B. 46 (Hadis No: 135/1059)

(361/1) el-Buhârî, 5/106; Tecrid Tercemesi, 8/505 (Hadis No:1296), 8/513 (Hadis No: 1303) ve 10/373

(361/2) el-Buhârî, 5/104; Tecrid Tercemesi, 10/373-374; Müslim 2/738, K. ez-Zekât, (Hadis No: 139/1061)

(362) İbn Hişâm, 4/152; Tecrid Tercemesi 7/138-140 (Hadis No: 1040’ın izâhı) ve 10/374; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/271

(363) el-Buhârî, 5/104-105; Tecrid Tercemesi, 7/139-141 ve 10/374-376; Müslim 2/736 (Hadis No: 135/1059)

(364) el-Buhârî, 4/İ ve 5/104; Tecrid Tercemesi, 10/9 (Hadis No: 1520) ve 10/375-

IX-HİCRETİN DOKUZUNCU YILI

ELÇİLER YILI (Senetü’l-vüfûd)

“Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip,insanların akın akın Allah’ın dînine girdiklerini görünce; Rabbını överek tesbih et; O’ndan bağışlanma dile. Çünkü O, tevbeleri dâima kabûl edendir”.

(en-Nasr Sûresi, 1-3)

Arabların, Hz. İbrâhim’in soyundan gelmeleri ve Kâbe’nin muhâfızı olmaları sebebiyle Kureyş’e büyük saygı ve bağlılıkları vardı. Hudeybiye Barış Anlaşmasıyla, Kureyş tarafından Müslümanların siyâsi varlığı tanınınca, Arap kabîleleri Medine’ye sefâret hey’etleri göndermeğe başlamışlardı. Hicretin 8’inci yılında, puta tapıcı müşrik Arapların din merkezi olan Mekke fethedilmiş, Kureyş Kabîlesi Müslüman olmuştu. Bunun Araplar üzerindeki tesiri çok büyük oldu. Müslümanlığın önünde hiç bir kuvvetin duramayacağını anladılar. Artık, Arabistanın her tarafında Müslümanlık sür’atle yayılıyordu. Arabistanın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabîleler, Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek ve kabûl ettikleri İslâm Dini’nin esâslarını öğrenmek üzere, Hz. Peygambere heyetler gönderdiler. Bunların sayısı 70’i aşmaktadır. İlk hey’et, Hevâzin Kabilesi’nden Hicreti 8’inci yılında gelmişti. Son heyet ise, Yemen’deki Neha‘ Kabilesi’nden, Hicretin 11’inci yılı Şevval ayında gelen hey’ettir. Söz konusu sefâret hey’etlerinin çoğu, hicretin 9’uncu yılında gelmiştir. Bu yüzden hicretin 9’uncu yılına “Senetü’l-vüfûd” (Elçiler yılı) denilmiştir.

Rasûl-i Ekrem, kendisine gelen bu sefâret hey’etleriyle bizzât ilgilenir, onlara ikrâmda bulunur, her kabîlenin hâline ve âdetlerine göre onlarla konuşurdu. Ayrılırken de münâsib hediyeler verir, Müslümanlığı öğretmek üzere onlara yetişkin öğretmenler, mürşidler gönderirdi. Rasûlüllah (s.a.s.) bu mürşidlere:

– Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Müjdeleyin, korkutup nefret ettirmeyin (365), diye tenbihde bulunuyordu.

Necrân Hey’eti

Necrân, Yemen tarafında, Mekke’ye 7 konak mesâfede, ahâlisi Hıristiyan olan büyük bir şehirdi. Rasûlüllah (s.a.s.) Necrân Hıristiyanlarına bir mektup gönderip, ya Müslüman olmalarını, yahut da cizye vermelerini istemişti.(366) Bunun üzerine emirleri Abdülmesih Âkıb’ın riyâsetinde Medîne’ye 14 kişilik bir hey’et gönderdiler. Hey’ette, en büyük âlimleri Ebu’l-Hâris ile kardeşi Kürz b. Alkame de vardı. Hz. İsâ hakkında Rasûlüllah (s.a.s.)’le tartışmaya girdiler. Rasûlüllah (s.a.s.) onlara:

– Gelin, çocuklarımız, kadınlarımız, hepimiz bir yerde toplanalım, Sonra, “Allah’ın lâneti yalancıların üzerine olsun,” diye duâ ve niyâzda bulunalım, var mısınız, dedi.(367) Necrânlılar korktular, bu teklife yanaşmadılar. Cizye vermeği kabûl edip ayrıldılar.

Râhib Ebu’l-Hâris, kardeşi Kürz ile konuşurken:

– Yemin ederim ki, beklediğimiz ümmî peygamber budur.

– O halde neden bunu açıkça söyleyip ona uymuyorsun?

– Sebebi, bizimkilerin yaptıkları. Bize mevki, şeref ve servet verdiler. Eğer Müslüman olursam., bunların hepsini alırlar.(368) Kürz, bu konuşmayı gizli tuttu, daha sonra müslüman olunca açıkladı

2- ŞÂİR KÂ’B’IN İSLÂM’I KABÛLÜ

Kâ’b, İslâm’dan önce (câhiliye döneminde) şiirleri Kâbe duvarlarına asılan “Mualleka” şâirlerinden Züheyr’in oğludur. Kâ’b da babası gibi güçlü bir şâirdi. Fakat devâmlı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) ve İslamiyeti hicvederdi. Bu yüzden Raûlüllah (s.a.s.)’in “yakaladığınz yerde öldürün” dediği kimseler arasında bulunuyordu.

Mekke fethedilince, Tâif’e kaçmıştı. Tâif halkı da Müslüman olunca, sığınacak yer bulamadı. Kardeşi Büceyr daha önce Müslüman olmuştu. Kâ’b’a bir mektup yazdı. Rasûlüllah (s.a.s.) ‘in, Müslüman olup af dileyenleri bağışladığını anlattı. Medine’ye gelip Müslüman olmasını öğütledi. Başka kurtuluş yolu yoktu.

Kâ’b Rasûlüllah (s.a.s.) ‘i öven bir şiir hazırlayıp gizlice Medineye geldi. Sabah namazında Mescide gidip Rasûlüllah (s.a.s.)’le birlikte sabah namazını kıldı. Namazdan sonra Rasûlüllah (s.a.s.) ‘in önünde diz çökerek oturdu:

– Yâ Rasûlallah, Kâ’b, geçmişine tevbe ederek Müslüman oldu. Huzûrunuza getirsem, onu affeder misiniz? diye sordu.

– Evet, diye cevâb alınca kendini tanıttı.

– Kâ’b bin Züheyr benim, dedi. Ensârdan biri üzerine atılıp hemen Kâb’ı öldürmek istedi. Fakat Hz. Rasûlüllah (s.a.s.) izin vermedi.

– O, tevbe etti, Müslüman olarak geldi, buyurdu. Bunun üzerine Ka’b önceden hazırladığı kasidesini okumağa başladı.(369)

“Rasûlüllah, her şeyin kendisiyle aydınlandığı bir nurdur, Şerri kesip atmak için çekilmiş Allah’ın kılıçlarından biridir.” anlamındaki beyitler Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in pek hoşuna, gitmişti. Hemen bürdesini (hırkasını) çıkarıp, şâire giydirdi. Bu yüzden bu şiir “Kaside-i Bürde” adıyle şöhret buldu. (370)

3- HATEM TÂÎ’NİN KIZI

Tay kabîlesi, Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır içinde bulunuyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) 150 kişilik bir kuvvetle Hz. Ali’yi bu kabîle üzerine gönderdi. Hz. Ali ansızın Tay kabîlesine vardı. Burada bulunan puthaneyi yıkıp putu kırdı. Bir çok esir ve ganimetle Medine’ye döndü. Kabîle reisi meşhûr Hâtem Tâî’nin oğlu Adiyy ise Sûriye’ye kaçtı.

Esirler arasında Hatem Tâî’nin kızı da vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.)’e:

– Yâ Rasûlallah, babam öldü, kardeşim kaçtı, fidye ödeyebilecek bir şeyim yok. Babam cömert bir insandı, kabîlesinin ulusuydu. Esirleri kurtarır, fakirleri doyurur felâkete uğrayanlara yardım ederdi. Kimseyi boş çevirmez, isteğini reddetmezdi. Kurtulmam için ben de sana sığınıyorum, dedi.

Rasûlüllah (s.a.s.) onu serbest bıraktı. Elbise ve yol harçlığı vererek, Sûriye’ye kardeşinin yanına gönderdi.(371) Kız kardeşi, Adiyy’e Hz. Peygamber (s.a.s.)’in fazilet ve âlicenablığını anlatınca o da Medine’ye gelip Müslüman oldu.

4- TEBÜK GAZVESİ (Recep 9 H./Eylül 630 M.)

“Yakın bir kazanç ve normal bir yolculuk olsaydı, sana uyarlardı. Fakat çıkılacak yol, onlara uzak geldi. Kendilerini helâk ederek, “gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık,” diye Allah’a yemin edeceklerdir. Allah, onların yalancı olduklarını elbette biliyor.”

(et-Tevbe Sûresi, 42)

Tebük, Medine’nin 14 konak kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bir kasabadır. Buraya kadar gelindiği için bu sefere “Tebük Gazvesi” denilmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.)’in bizzât katıldığı en son gazvedir. Tebük Seferinde savaş olmamış, fakat pek çok güçlük yenilerek kuvvetli bir ordu hazırlanmış, koca Bizans imparatorluğuna meydân okurcasına, askerî ve siyâsî büyük başarılar elde edilmiştir.

a) Gazvenin Sebebi

Hıristiyanlığın temsilcisi olan Bizans İmparatorluğu, Arabistan’ı işgal etmek hevesindeydi. Bunun için, Sûriye’de ve Arabistan’ın kuzeyinde bulunan Hıristiyan Arapları, Müslümanlara karşı savaşa hazırlıyordu. Müslümanlığın Araplar arasında sür’atle yayılmağa başlaması, Hıristiyanların taassubunu körüklüyordu.

Bu sırada Medine’ye yağ tâcirleri gelmişti. Bizans İmparatorluğunun Gassan, Lahm, Cüzâm… gibi kabîlelerle işbirliği yaparak, Müslümanlara karşı büyük bir hazırlık içinde olduğunu haber verdiler. Rasûlüllah (s.a.s.) esâsen bu bölgeden emîn değildi. Sûriye ve Şam tarafından yapılacak bir baskından endişe etmekteydi. Bu haber üzerine hemen Bizans’a karşı seferberlik ilân etti.

b) Sefer Hazırlığı

Yol uzun, düşman kuvvetliydi. Üstelik, yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Kuraklık yüzünden kıtlık vardı. Hurmalar olgunlaşmış, hasat mevsimi gelmişti. Bu mevsimde hurma gölgelerini bırakıp, aç susuz uzun bir yolculuğu göze almak, gerçekten zordu. Nitekim, bu seferin yapıldığı günlere Kur’an-ı Kerim’de “sâatü’l-usre” (güçlük zamanı) denilmiştir.(372) Kur’ân-ı Kerîm’deki bu deyimden alınarak, bu sefere “Gazvetü’l-usre”, orduya da “Ceyşü’l-usre” adı verilmiştir.

Rasûlüllah (s.a.s.) sefer hazırlığı yaparken, düşmanın haber almaması için, maksadını gizli tutar, seferin nereye yapılacağını açıklamazdı. Bu seferde, gidilecek yer uzak, yolculuk zordu. Askerin buna göre hazırlanması için Rasûlüllah (s.a.s.) Bizans üzerine gidileceğini açıkça bildirdi. Bütün kabîlelere ve Mekke’ye haber gönderip gönüllü mücâhidlerin Medine’de toplanmalarını istedi.

Münâfıklar ilk anda yan çizdiler. Akla, hayâle gelmedik bahâneler uydurup sefere katılmamak için izin istediler.(373) Bunlarla da kalmayıp sefere katılacak müslümanları caydırmaya çalıştılar.(374) Ubey oğlu Abdulllah:

– Muhammed Bizans’ı ne sanıyor. O’nun ashâbıyla birlikte esir düşeceğini gözümle görmüşcesine biliyorum, diyordu.(375) Bedevîlerden bir kısmı da mâzeret uydurup izin istemişlerdi. (376) Hâlis Müslümanlar arasında bile,(377) bu meşakkatli yolculuğu göze almayıp ağır davrananlar ve sefere katılmayanlar (378) olmuştu.

Fakat başta Rasûlüllah (s.a.s.) olmak üzere ashâbın azim ve gayreti bütün engelleri yendi. Etraftaki kabîlelerden gelen akın akın mücâhidler, Medine’de toplanmağa başladı. Kısa zamanda 30 bin kişilik büyük bir ordu toplandı. Bunun 10 bini atlı, 12 bini develiydi. Kıtlık sebebiyle askerin bir çoğunun techizâtı tam değildi. Rasûlüllah (s.a.s.) zenginlerin ordu için bağışta bulunmasını istedi. Herkes elinden geldiğince bağış yaptı. Kadınlar bilezik ve küpe gibi ziynet eşyalarını verdiler. Hz. Ebû Bekir, malının tamâmını; Hz. Ömer yarısını bağışladı.(379) En büyük bağışı ise Hz. Osman yaptı: Bütün silah ve teçhizâtıyla birlikte 300 deve ile bin dinâr altın.(380) Bu büyük bağışı sebebiyle Hz. Peygamber ellerini açıp:

“Allah’ım , ben Osman’dan râzıyım, Sen de razı ol,” diye duâ etmişti”.(381)

Yapılan bağışlarla silah ve bineği olmayan fakir mücâhidler teçhiz edildi. Sefere katılmak istedikleri halde, binek ve azık bulamayanlar da vardı. Bunlardan 7 kişi Rasûlüllah (s.a.s.)’a gelerek:

– Ey Allah’ın Rasûlü, gazaya gitmek istiyoruz, fakat yiyecek azığımız, binecek devemiz yok, demişlerdi. Rasûl-i Ekrem:

– Sizi bindirecek deve kalmadı, deyince ağlayarak ayrılmışlardı(382) Bu sabeple bunlara “Bekkâûn” (yani ağlayanlar) ünvanı verilmişti.(383) Daha sonra bunlara da binek temin edildi.(384)

Rasûlüllah (s.a.s.) Recep ayında bir perşembe günü Medine’den çıktı.(385) Ordugâhını, Medine dışında “Seniyyetü’l-vedâ” denilen ayrılık tepe’sinde kurdu. Hz. Ali’yi Medine’de kaymakam (vekil) bıraktı. Herkes sefere çıkarken Medine’de oturmak, Hz. Ali’ye ağır geliyordu. Hemen silahlanıp yola çıktı. Ordu Seniyyetü’l-vedâ’dan ayrılmadan yetişti.

– Beni kadınlar ve çocuklar içinde mi bırakıyorsun? dedi. Rasûlüllah (s.a.s.):

– Yâ Ali, bana nisbetle sen, (Tur’a giderken) Musâya nisbetle Harûn’un yerinde olmağa razı değil misin? Şu kadar ki, benden sonra Peygamber yoktur(386), buyurdu. Hz. Ali de Medine’ye döndü.

c)Münâfıkların Tutumu

Ordu, seniyyetü’l-vedâ’dan hareket edince, münâfıkların bir kısmı, reisleri Abdullah b. Übeyy ile geri döndü. Sefere katılanlar, yolculuk sırasında da bozguncu tutumlarını sürdürdüler. Bir konaklama sırasında Rasûlüllah’ın (s.a.s.) devesi Kasvâ kaybolmuştu. Münâfıklardan Zeyd b. Ebî Salt:

– Tuhaf şey, Muhammed peygamberim der, göklerden haber verir, oysa devesinin nerede olduğunu bilmiyor, demişti. Bu küstahça sözleri Rasûlüllah (s.a.s.) duyunca:

– Vallahi, ben yalnızca Allah’ın bana bildirdiklerini bilirim. Allah bana şimdi bildirdi. Kasvâ, şu iki dağın arkasındaki vâdîde yuları bir ağaca dolanıp kalmıştır. Haydi, oradan getirin, buyurdu.(387)

Münâfıkların yaptıkları bütün bu mel’anetler, çevirdikleri dolaplar, sefer esnâsında günü gününe inen Kur’ân ayetleriyle teşhir edilmiştir.(388) Münâfıkların iç yüzleri ve kirli çamaşırları apaçık ortaya çıktığı için Tebük Seferi’ne “Gazve-i fâdıha” (Rüsvaylık gazvesi) de denilmiştir.

d) Tebük’ten Dönüş

Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Tebük’e varıldı. Fakat gerek Bizans, gerekse Arap kabîlelerinde hiç bir harekete rastlanmadı. 30 bin kişilik muazzam Müslüman ordusu Hıristiyan Arap kabîlelerini yıldırmıştı. Medine’ye gelen haberlerin asılsız olduğu anlaşıldı. İslâm ordusunun kuvvet ve azameti gösterilmiş, maksat hâsıl olmuştu. Bu yüzden daha fazla ileriye gitmeğe lüzûm görülmedi. Rasûlüllah (s.a.s.) Tebük’de bulunduğu esnâda o bölgede bulunan Eyle, Cerbâ, Ezruh, Dûmetü’l-cendel gibi bazı küçük Hıristiyan beylikleriyle anlaşmalar yaptı. Bu beylikler yıllık cizye ödeyerek İslâm hâkimiyetine girmeği kabûl ettiler. Müslümanlar, Tebükte 20 gün kaldıktan sonra Ramazanın ilk günlerinde Medine’ye döndüler.

e) Mescid-i Dırârın Yaktırılması

Münâfıklar, Kubâ Mescidi’nin yakınında bir mescid yaptılar. Maksatları, Kubâ Mescidi’nin cemâatini bölmek, Müslümanlar arasına ayrılık sokmaktı. Münâfıklardan bir hey’et Tebük seferinden dönerken Rasûlüllah (s.a.s.)’ı karşıladılar. Yaptıkarı mescidde namaz kılmasını ricâ ettiler. Ancak bu esnâda, Tevbe Sûresi’nin 107-108’inci âyetleri indi. İbâdet için değil, fitne ve fesât ocağı olarak yapılan bu binada Rasûlüllah (s.a.s.)’ın namaz kılmasına izin verilmedi. “Sakın bunların mescidinde namaz kılma”.(389) buyruldu. Rasûlüllah (s.a.s.) Medine’ye dönünce, Mâlik b. Dühşem ile Ma’n b. Adiyy’e hemen bu mescidi yıkıp yakmalarını emretti. Onlar da derhal Rasûlüllah (s.a.s.) ‘in emrini yerine getirdiler.(390)

İki ay kadar sonra, münâfıkların başı olan Übeyy oğlu Abdullah öldü. Müslümanlar da onun kötülüklerinden kurtulmuş oldular.

f) Medine’ye Giriş

Rasûlüllah (s.a.s.)’in ordusu ile birlikte dönmekte olduğu Medine’de duyulunca, bütün halk, kadınlar ve çocuklar sokaklara döküldü. Şiirler ve neşîdeler söyleyerek, orduyu Seniyetü’l-vedâ’da parlak bir merâsimle karşıladılar.

g) Sefere Katılmayanların Durumu

Rasûlüllah (s.a.s.) Medine’ye gelince doğru Mescid’e gitti, iki rek’at namaz kıldı. Sefer dönüşlerinde önce mescide gidip iki rek’at namaz kılmak âdetiydi.(391) Sonra Mescid’de oturup ziyâret ve tebrikleri kabûl etti. Sefere katılmamış olanların herbirinin mâzeretini dinledi, haklarında Allah’tan mağfiret diledi. Özürleri olmadığı halde, Tebük Seferi’ne iştirak etmeyen üç kişi için:

– Allah hakkınızda hüküm verinceye kadar bekleyin, buyurdu. Müslümanların bunlarla konuşmalarını yasakladı. Tam 50 gün bunlarla kimse konuşmadı, kimse selâmlarını almadı. Vakitlerini üzüntü ile ve gözyaşları içinde geçirdiler. Sonunda, tevbelerinin kabûl edildiği bildirildi.

(Haklarındaki hüküm ) geri bırakılan üç kişi ise, yeryüzü bütün genişliğiyle başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıkıştırdı. Allah’a karşı, Allah’tan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Allah da eski hallerine dönmeleri için tevbelerini tabûl etti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabûl edici ve esirgeyicidir.(392) (Tevbe Sûresi, 118)

5- HZ. EBÛ BEKİR’İN HAC EMİRLİĞİ (Zilhicce 9H./Şubat 631 M.)

Haccın sebebi olan Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmâil tarafından Mekke’de yapılmıştır. İnşâat tamamlandıktan sonra Cibrîl (a.s.), tavâfın ve hac ibadetinin nasıl yapılacağını amelî olarak onlara göstermiş, Hz. İsmâil de Hicaz halkına öğretmişler. Ancak, Hz. İbrâhim’in tebliğ ettiği dini hükümler zamanla unutulmuş, Mekke putperestliğin merkezi olmuştur. Hz. İsmâil’in öğrettiği hac usûlü yavaş yavaş değişmiş yerini putperestlerin haccı almıştır.

İslâm’dan önce müşrik Araplar, içinde günah işlenilen elbiselerle Kâbe ziyâret edilemez, derlerdi. Bu sebeple Kâbe’yi çırıl çıplak tavâf ve ziyaret ederlerdi.(393)

Hicretin 9’uncu yılında hac farz kılındı.(394) Fakat o sene Rasûlüllah (s.a.s.) haccetmedi. Hz. Ebû Bekir’i Hac Emiri olarak Mekke’ye gönderdi.

Hicretin 8’inci yılında Mekke fethedilmiş, Kâbe putlardan temizlenmiş, Mekke halkı Müslüman olmuştu. Ancak henüz Müslüman olmayan müşrik kabîleler hâlâ Kâbe’yi çırıl çıplak tavâf ediyorlardı. Diğer taraftan, Hicretin 9’uncu yılında hac, “nesî” uygulaması yüzünden belirli zamanından önce yapılacaktı.

Bilindiği üzere, oruç, hac, kurban gibi ibâdetlerin vakitleri kamerî aylara göre tesbit edilir. Kamerî yıl (ay senesi), yaklaşık 354 gün, Güneş yılı ise yaklaşık 365 gündür. Aradaki 11 günlük fark sebebiyle, hac günleri her yıl yer değiştirir; bazen yaz, bazanda kış mevsimine gelir. Hac mevsimini çok sıcak veya çok soğuk aylara rastlatmamak, sâbit bir mevsimde (ilkbaharda) tutmak için Araplar üç yılda bir, seneye bir ay ekleyerek o yılın aylarını 13’e çıkarırlardı. Buna “nesî” deniyordu. Böylece hac mevsimi değişmez, fakat, aylar yer değiştirirdi. 33 senede bir, aylar yerine gelirdi.(395) Nitekim, Hicretin 10’uncu yılında kamerî aylar aslî yerine geldiler. Kur’an-ı Kerîm, müşrik Arapların bu çirkin âdetini yasaklamıştır.(396)

Hz. Peygamber (s.a.s.) hac farizasını aslî günlerinde edâ etmek istediğinden o yıl hacca gitmedi. Hz. Ebû Bekir’i Hac Emiri tâyin etti. Medine’den hacca gitmek isteyen 300 kişi de Hz. Ebû Bekir’le gittiler.

Hz. Ebû Bekir yola çıktıktan sonra, müşriklerle münâsebetleri düzenleyen hükümler indi.(397) Bunların müşriklere duyurulması gerekiyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Ali’yi de bu iş için gönderdi. Hz. Ali yolda Hz. Ebû Bekir’e yetişti.

– Hac Emiri yine sensin, ben Tevbe Sûresi’nin yeni inen ilk âyetlerindeki hükümleri müşriklere tebliğ ile görevliyim, dedi.

Hz. Ebû Bekir, Zilhicce’nin 8’inci günü Mekke’de bir hutbe okuyarak, haccın nasıl yapılacağını anlattı. Müslümanlar, Hz. Ebû Bekir’in anlattığı şekilde haccettiler. Müşrikler kendi bildiklerini yaptılar.

Hz. Ali ise, Zilhicce’nin 10’uncu günü Mina’da bir hutbe okudu. Hz.Peygamber (s.a.s.) tarafından gönderildiğini bildirdi. Tevbe Sûresi’nin ilk âyetlerini yüksek sesle okuduktan sonra:

1- Müslümanlardan başka hiç kimse Cennete giremez.

2- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Kâbe’ye yaklaştırılmayacak.

3- Hiç kimse Kâbe’yi çıplak tavâf etmeyecek.

4- Kimin Hz. Peygamber (s.a.s.)’le anlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar ona uyulacak, dedi.(398)

Bu ilândan sonra çok geçmedi. Bütün Arabistan Müslüman oldu. O yıldan sonra da hiç bir müşrik Mekke’ye bırakılmadı.

(365) el-Buhârî 1/25 ve 4/26; Tecrid Tercemesi, 1/65 (Hadis No: 63)

(366) Zâdü’l-Meâd, 3/81

(367) Âl-i İmrân Sûresi, 61; Tecrid Tercemesi, 10/412-414 (Hadis No:1650)

(368) Zâdü’l-Meâd, 3/80

(369) İbn Hişâm, 4/144-158; Târih-i Din-i İslâm, 4/ı-445

(370) Bu hırka Kâ’b’ın ölümünden sonra mirâscıları tarafından 20 bin dirhem (yaklaşık 60 kg.) gümüş karşılığında Emevî Devletinin kurucusu Muâviye’ye satılmıştır. Emevîlerden Abbâsilere, Mısırın Yavuz Sultan Selim tarafından feth edilmesiyle de “Mukaddes emânetler” arasında Osmanlılara geçti. Halen Topkapı Sarayı Müzesi “Hırka-i Saâdet Dâiresi”nde, III. Murat tarafından yaptırılmış olan mahfaza içinde korunmaktadır.

(371) İbn Hişâm, 4/226; Târih-i Din-i İslâm, 3/481

(372) et-Tevbe Sûresi, 117; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/277; Tecrid Tercemesi, 10/445-446

(373) Bkz. et-Tevbe Sûresi, 49; Tecrid Tercemesi, 10/446-447

(374) Bkz. et-Tevbe Sûresi, 81

(375) Târih-i Din-i İslâm, 3/485

(376) Bkz.et-Tevbe Sûresi, 91

(377) Bkz. et-Tevbe Sûresi,38-39

(378) Bkz. et-Tevbe Sûresi, 117-118

(379) Târih-i Din-i İslâm, 3/483; İbnü’l Esîr, a.g.e., 2/227; Tecrid Tercemesi, 10/450

(380) Zâdü’l-Meâd, 3/3; bkz. Buhârî, 3/198 ve 4/202; Tecrid Tercemesi, 8/275 (Hadis No: 1174)

(381) İbn Hişâm, 4/161; Tecrid Tercemesi, 10/450

(382) et-Tevbe Sûresi, 92; Tecrid Tercemesi, 10/451

(383) İbn Hişâm, 4/161; Zâdü’l-Meâd, 3/3-4; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/277

(384) Bu yediden biri olan Ulbe bin Zeyd, bir gece teheccüt namazından sonra göz yaşlarıyla şöye niyâz etmişti:

-“Allah’ım! Sen cihâdı emrettin ve ona bizi teşvik ettin. Fakat, Peygamberinle birlikte gazaya gitme kudretini bana vermediğin gibi, Peygamberinin elinde beni bindirecek binek de bırakmadın. Allah’ım Sen bilirsin ki, ben üzerime düşen mal, can ve nâmus borcunu her bâdirede veren bir kulunum.”

Sabah namazından sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):

Bu gece mal, can sadakası veren nerede, diye sordu. Kimse cevâp vermeyince; ikinci defa sordu. Bunun üzerine Ulbe kalktı. Rasûlüllah (s.a.s.): Müjde sana ey Ulbe, yemin ederim ki sen zekât ve sadakaları kabul olunanlar divânına yazıldın, buyurdu. (Zâdü’l-Meâd, 3/4; Tecrid Tercemesi, 10/455; ibn Hişâm, 4/161)

(385) el-Buhârî, 4/6; Riyazüs-Sâlihîn Tercemesi, 2/310 (Hadis No: 960)

(386) el-Buhârî, 5/129; İbn-Hişâm, 4/163; Tecrid Tercemesi, 10/456 (Hadis No:1658)

(387) İbn Hişâm, 4/166; Zâdü’l-Meâd, 3/7; Tecrid Tercemesi, 10/457; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/279

(388) Bkz. et-Tevbe Sûresi, 66-68

(389) Bkz. Tevbe Sûresi, 107-108

(390) İbnHişâm, 4/173-174; Zâdü’l-Meâd, 3/19; Tecrid Tercemesi, 5/377-378

(391) el-Buhârî 4/40; Tecrid Tercemesi, 8/497 (Hadis No: 1287)

(392) Bu üç kişinin geçirdikleri çok sıkıntılı 50 günün tafsilâtı için bkz. el-Buhârî, 5/130-135; Tecrid Tercemesi, 10/464-485 (Hadis No: 1659); Riyâzü’s-Sâlihin Tercemesi, 1/27 (Hadis No: 21)

(393) el-Hakayık, 1/67; Tecrid Tercemes, 6/45 ve 6/156 (Hadis No: 803)

(394) Bkz. Âl–i İmrân Sûresi, 97

(395) Bkz. Hak Dini Kur’ân Dili, 3/2532; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, 2/87-94

(396) Bkz. et-Tevbe Sûresi, 37

(397) Bkz. et-Tevbe Sûresi, 1-36; Tecrid Tercemesi, 2/245-248 (Hadis No: 240 ve izahı)

(398) İbn Hişâm, 4/190-191

X- HİCRETİN ONUNCU YILI

1- PEYGAMBERİMİZİN OĞLU İBRÂHİM’İN ÖLÜMÜ

(8 Şevval 10 H./7 Ocak 632 M.)

İbrâhim, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin 7’inci çocuğudur. Diğer 6 çocuğunun hepsi de, ilk eşi Hz. Hatice’den olmuştu. İbrâhim ise Mısırlı Mâriye’den doğmuştur.

İbrâhim, Hicretin 8’inci yılı Zilhicce ayında doğmuştu. İki yaşını doldurmadan öldü. Rasûlüllah (s.a.s.) İbrâhim’i öper koklardı. Ölürken gözleri yaşardı. Avf oğlu Abdurrahman:

– Ey Allah’ın Rasûlü, sen de mi ağlıyorsun? “Oysa ölüye ağlamayı men etmiştin,” dedi. Rasûlüllah (s.a.s.):

Ben, bağırıp çağırmayı, üst-baş yırtmayı men ettim. Bu ise, Allah’ın kullarının kalbine koyduğu şefkattir. Göz ağlar, kalb mahzûn olur. Biz, Rabbımızın rızâsına uygun olmayan söz söylemeyiz. Ey İbrâhim, seni kaybetmekten dolayı hüzün içindeyiz, buyurdu.(399)

– İbrâhim benim oğlumdur. O henüz annesini emerken öldü. Cennette iki süt anne, onun süt müddetini tamamlayacaklardır, dedi.(400)

İbrâhim, Bakî Kabristanı’na defnedildi. Kabrinin üstüne Rasûlüllah (s.a.s.) bir kırba su döktürdü. (401) Faydası da yok, zararı da, fakat diriyi tatmin eder, buyurdu.

İbrâhimin öldüğü gün (7 Ocak 632 saat: 8.30’da)(402) güneş tutulmuştu. Halk.

– İbrâhim’in ölümünden dolayı Güneş tutuldu, dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:

– Güneş ve ay, Allah’ın kudretini gösteren alâmetlerdendir. Hiç kimsenin ölümünden veya doğumundan dolayı tutulmazlar. Siz bu olayla karşılaştığınız zaman, namaz kılıp duâ edin, buyurdu.(403)

2- VEDÂ HACCI (Zilhicce 10 H/Mart 632 M.)

“Bugün, inkâr edenler, sizi dininizden etmekten ümitlerini kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, Ben’den korkun. Bu gün dininizi kemâle erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak, sizin için İslâm’ı seçip ondan hoşnut oldum.”

(el -Mâide Sûresi, 3)

Vedâ, bir yerden ayrılan kimse ile geride kalanların birbirlerine karşılıklı esenlik dilemeleri demektir. Peygamber Efendimiz, Arafat’ta irâd ettiği hutbesinde, dünya hayâtından ayrılmasının yaklaştığına işâret ederek, ashabıyla vedâlaştığı için, bu haccına “Vedâ Haccı” denilmiştir. Henüz farz kılınmadan, Hicretten önce Rasûlüllah (s.a.s.) bir çokdefa haccetmişti. Medine’ye hicretinden sonra Vedâ Haccı ilk ve son haccı odu. Bu haccından 81 veya 82 gün sonra vefât etti.

Hicretin 10’uncu yılı Müslümanlık bütün Arabistan’a yayılmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.) Zilkade ayında Hac farîzasını edâ etmek için Mekke’ye gideceğini ilân etti. O’nunla birlikte haccetmek isteyen müslümanlar Medine’de toplanmağa başladılar. (404)

Rasûl-i Ekrem (s.a.s) 25 Zilkade (22 Şubat 632) Cumartesi günü öğle namazını kıldıktan sonra, ashâbıyla birlikte Medine’den çıktı. Kızı Fâtıma ve bütün zevceleri de beraberinde bulunuyordu. İkindi namazını, seferî olarak Zülhuleyfe’de kıldı, geceyi de burada geçirdi. Ertesi gün (26 Zilkade) gusletti hac ve umre için niyyet ve telbiye yaparak ihrâma girdi. Öğle namazını da burada kıldıktan sonra yola çıkıldı.(405)

Hz. Peygamber (s.a.s.)’le birlikte Haccedebilmek için Medine’de toplananların sayısı 100 bine yaklaşmıştı. Yol boyunca katılanlar ve doğrudan Mekke’ye gidenlerle haccedeceklerin sayısı 124 bine ulaşmıştı. Bu muazzam kalabalık, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın etrafında bir insan seli gibi dalgalana dalgalana ilerliyor, “Allâhü ekber ve Lebbeyk Allâhümme lebbeyk” nidâlarıyla dağ taş inliyordu.

Yolculuk 10 gün sürdü. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) 4 Zilhicce pazar günü Mekke’ye vardı. Kâbeyi usûlüne göre tavâf etti. Safâ ve Merve arasında sa’y yaptı. Pazartesi, salı ve çarşamba günlerini de Mekke’de geçirdi, “Yevm-i terviye” denilen 8 Zilhicce perşembe günü sabah namazını Mescid-i Harâm’da kıldıktan sonra, devesine binip bütün hacılarla birlikte “Mina” ya hareket etti. O gün burada kaldı. Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve ertesi günün sabah namazlarını burada kıldı. Arefe günü (9 Zilhicce cuma) sabahı, güneş doğduktan sonra devesine binip Arafat’a çıktı. “Nemire” denilen yerde kurulan çadırında bir müddet dinlendi. Öğle vakti olunca, devesine binip Arafat Vâdisi’nin ortasına geldi. kendisini dinlemek üzere 124 bin müslüman, etrâfında toplanmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.) burada, onların şahsında bütün insanlığı “Vedâ Hutbesi” diye meşhûr olan insanlık târihinin en etkili ve önemli hutbesini irâdetti.

Câhiliyet devrinde, Arabistan’da kuvvetli zayıfı ezerdi. Can, mal ve ırz güvenliği yoktu. Fâizcilik yüzünden fakirler, zenginlerin kölesi hâline gelmişti. Kadınlara insan değeri verilmez, erkeklerin malı sayılırdı. Kan gütme yüzünden, karşılıklı öldürmelerin sonu gelmez, bulunamayan suçlunun cezâsını, âilesinden ele geçen çekerdi. Rasûlüllah (s.a.s.), Vedâ Hutbesi’yle Câhiliyet Devrinin bütün bu kötülüklerini yasakladı. Bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlüğün ancak takvâ ile olduğunu anlattı. “Müslümanlar kardeştir.” buyurdu. Hutbe, her taraftan duyalabilmesi için, gür sesli sahabîler tarafından cümle cümle tekrâr edildi. Hutbe’den sonra Rasûlüllah (s.a.s.) takdim edilen bir bardak sütü içti, oruçlu olmadığını ashâbına gösterdi.(406) Öğle ve ikindi namazlarını birlikte (cem-i takdîm ile) kıldırıldı.(407) İki vaktin farzları arasındaki sünnetleri kılmadı. Sonra devesine binip “Cebel-i Rahme” denilen tepeye ilerledi. Bu tepenin eteğinde, devesi üstünde kıbleye yöneldi. Güneş batıncaya kadar duâ edip vakfe yaptı. Dinî hükümlerin tamamlandığını bildiren âyet de bu esnada indi.(408)

“Bugün kâfirler dininizi yok etmekten ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerindeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı’ seçip ondan hoşnûd oldum”.(409)

Güneş battıktan sonra Hz. peygamber (s.a.s.) Arafattan ayrıldı. Akşam ve yatsı namazlarını Müzdelife’de birlikte (cem-i tehîr) ile kıldı.(410) Geceyi burada geçirdi. Sabah namazından sonra Meş’ar-ı harâm’da hava aydınlanıncaya kadar vakfe yaptı. Güneş doğmadan Mina’ya hareket etti. Burada Akabe Cemresi’ne taş atarken:

“Ey nâs, din işlerinde aşırılıktan sakının. Sizden önceki ümmetlerin helâkine sebep, din işlerinde taşkınlık göstermeleridir.” (411) buyurdu.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), kurban bayramının 1 ve 2’inci günlerinde (10 ve 11 Zilhicce) birer hutbe de Mina’da okudu. “Hac ibâdetini, Benden gördüğünüz gibi ifa edin,” buyurdu.(412) Kurban edilmek üzere hazırlanan 100 deveden 63’ünü bizzât kesti. Kalan 37’yi de Hz. Ali’ye kestirdi. Her birinden birer parça et alınıp pişirildi. Kalanı da fakirlere dağıtıldı. Sonra Rasûlüllah (s.a.s.) tıraş olup ihramdan çıktı. Mekke’ye inip ziyâret tavâfını yaptıktan sonra tekrar Minaya döndü. Bayram günlerini Mina’da geçirdi. Haccın diğer menâsikini yerine getirdi. Bayramın dördüncü günü Mekke’ye geldi. Vedâ Tavâfı’nı yaptıktan sonra 14 Zilhicce Çarşamba günü Mekke’den ayrılıp Medine’ye dödü.

3- VEDÂ HUTBESİ

(9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma)

Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi’nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti.

“Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamdeder, O’ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah’dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasûlüdür (413/1)

Ey Nâs! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım.

İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur.(413/2)

Ashâbım! Yarın rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız.(413/3) Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur. (414)

Ashâbım! Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib’in oğlu amcam Abbas’ın fâiz alacağıdır. (415/1)

Ashâbım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib’in torunu (amcalarımdan Hâris’in oğlu) Rabîanın kan davasıdır(415/2)

Ey Nâs! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, âile nâmusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz râzı olmadığnız kimseleri âile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. (416)

Mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah’ın kitabı Kur’ân ve O’nun Peygamberinin sünnetidir. (417)

Ey Nâs! Devâmlı dönmekte olan zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4’ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır.(418)

Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız. (419)

Mü’minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.(420) Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.(421)

Ey Nâs! Cenâb-ı Hak Kur’an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. (422)Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb) iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah’ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder.(423)

Ashabım! Alllah’tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.(424)

Ey Nâs! Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashâbı kiram:

– Allah’ın dinini teblîg ettin, vazîfeni hakkıyla yaptın, bize nasihat ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler. Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehâdet parmağını göğe doğru kaldırdı, cemâat üzerine çevirip indirdikten sonra üç defa:

– Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! buyurdu”.(425)

(399) el-Buhârî, 2/285; Tecrid Tercemesi, 4/548 (Hadis No: 646)

(400) Müslim, 4/43 (K. Fedâil, 63); el-Buhârî, 2/104; Tecrid Tercemesi, 4/748 (Hadis No: 679)

(401) Aynî, Umdetü’l-Kâri, 4/115; Tecrid Tercemesi, 4/551

(402) Asr-ı Seadet, 1/191; Tecrid Tercemesi, 2/245-248 Hadis No: 240 ve izahı.

(403) el-Buhârî, 2/29-30; Tecrid Tercemesi, 3/428 (Hadis No: 547)

(404) Müslim, 2/887, K. Hac B. Haccetü’n-Nebiy (Hadis No: 1218)

(405) el-Buhârî, 2/146; Tecrid Tercemesi, 6/100-101 (Hadis No: 767) ve 6/106 (Hadis No: 769); Zâdü’l-Meâd, 1/369; Tecrid Tercemesi, 10/426

(406) el-Buhârî, 2/173; Tecrid Tercemesi, 6/169 (Hadis No: 811)

(407) Cem-i takdim: İkincisinin henüz vakti girmeden, iki vakit namazı birlikte kılmaktır.

(408) el-Buhârî, 1/16; Tecrid Tercemesi, 1/45 (Hadis No: 42 ve 10/435)

(409) el-Mâide Sûresi, 3; Bu âyet en son inen ahkâm âyetidir. Bir gün sonra (10 Zilhicce) Mina’da inen “Allah’a döndürüleceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazandığının tastamam verileceği günden korkunuz” (el-Bakara Sûresi, 282) anlamındaki âyetle Kur’ân-ı Kerim tamamland. Bundan sonra dinî hükümlerde hiç bir ziyâde ve değişme (nesh) olmadı. 81 gün sonra Rasûlüllah (s.a.s.) vefât etti. (bkz. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2/1569)

(410) Cem-i tehîr: Birincisinin vakti çıktıktan sonra, iki vaktin namazını birlikte kılmaktır.

You May Also Like:  MÜZZEMMİL SURESİ (Resmi Mushaf : 73 / İniş Sırası : 3)

(411) İbn Mâce, es–Sünen, 2/1008 (Hadis No: 3029); Zâdü’l-Meâd, l/473; Tecrid Tercemesi, 10/436

(412) Zâdü’l-Meâd, l/475; Tecrid Tercemesi, 10/437; Müslim, 2/943, (Hadis No: 1297)

(413/1) Müslim 2/593 (Hadis No: 868); Ebû Dâvûd, 1/252 (Hadis No: 1097); İbn Mâce, 1/610 (Hadis No: 1892-1893)

(413/2) el-Buhârî, 1/24; Tecrid Tercemesi, 1/63 (Hadis No: 61); Riyâzü’s-Sâlihîn Tercemesi, 1/253 (Hadis No: 203); Beyhakî, es-Sünen’ü’l Kübra, 5/274; İbn Hişâm, 4/250

(413/3) el-Buhârî, 1/38; Tecrid Tercemesi, 1/99 (Hadis No: 101); Riyazüs’Sâlihîn Tercemesi, 2/111 (Hadis No: 701); İbn Hişâm, 4/250

(414) el-Buhârî, 5/126-127; Müslim, 2/889 (Hadis No: 1218); Beyhakî, Sünen, 5/140, Haydarabad, 1352; Tecrid Tercemesi, 10/437 (Hadis No: 1654) Riyâzü’s-Sâlihîn Tercemesi, 1/260-262 (Hadis No: 211)

(415/1) Müslim, 2/889 (Hadis No: 1218); Ebû Dâvûd, 1/442 (Hadis No: 1905); Beyhakî, 5/275; İbn Hişâm, 4/251

(415/2) Ebû Dâvûd, 2/219, (Hadis No: 3334); İbn Hişâm, 4/251; Rabîa, oğluna süt anne bulmak için Sa’d Oğulları kabîlesine gittiğinde Hüzeyl onu öldürmüştü. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz koyduğu yasakları önce kendi yakınlarında uygulamıştır.

(416) Tirmizî, 3/467, (Hadis No: 1163); Ebû Dâvûd, 1/442 (Hadis No: 1905); İbn Mâce, 1/594 (Hadis No: 1851); Riyâzü’s-Sâlihin Tercemesi, 1/318-319 (Hadis No: 274); İbn Hişâm, 4/251

(417) Mâlik, el-Muvatta, 2/899 (Kader, 3); Müslim, 2/889-890 (Hadis No: 1218); Ebû Dâvûd, 1/442 (Hadis No: 1905); et-Tirmizî, 5/662-663 Hadis No: 3786, 3788); İbn Mâce, 2/1025 (Hadis No: 3074)

(418) el-Buhârî, 4/126-127; Tecrid Tercemesi, 10/437-330 (Hadis No: 1654); İbn Hişâm, 4/251

(419) İbn Hişâm, 4/251

(420) Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411 Kahire, 1313; Mecmau’z-Zevâid, 3/266 ve 8/84, Beyrut, 1967

(421) el-Buhârî, 1/35

(422) Ebû Dâvûd, 2/103 (Hadis No: 2870)

(423) İbn Hîşâm, 4/253

(424) et-Tirmizi, es-Sünen, 2/516 (Hadis No: 616); Riyâzü’s-sâlihîn, 1/106 (Hadis No: 73)

(425) Müslim, 2/890 (Hadis No: 1218); Ebû Dâvûd, 1/442 (Hadis No: 1905); İbn Hişâm, 4/250-253; Tecrid Tercemesi, 10/431-434

HİCRETİN ONBİRİNCİ YILI OLAYLARI

1- MÜSLÜMANLIĞIN ARABİSTANDA YAYILMASI VE DİNİN TAMAMLANMASI

“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi (Kur’ân) ve Hak Din İslâm ile gönderen O’dur. Şâhit olarak Allah yeter.”

(el-Fetih Sûresi, 28)

Müslümanlık Mekke’de doğdu, Medine’de gelişti. Hudeybiye Barış Anlaşmasından sonra, Medine dışında yayılmağa başladı. Mekke’nin fethinden sonra, her taraftan Arap kabîleleri fevc fevc Medine’ye gelip Müslümanlığı kabûl etliler. Kısa zamanda, Allah’ın yardımıyla Arabistan baştan başa Müslüman oldu. Sayıları çok az Mûsevî ve Hıristiyandan başka yarımadada Müslüman olmayan kabîle kalmadı. Her tarafta ezan sesi, “Allâh’u ekber” sadâsı yükseldi. Bu başarı şüphesiz Allah’ın yardımının bir sonucuydu. Kur’ân-ı Kerîm bunu şöyle anlatıyor:

“Ey Muhammed, Allah’ın yardımı ve fetih günü gelip, insanların akın akın Allah’ın dinine girdiklerini görünce, hemen Rabbını hamd ile tesbîh et. Şüphesiz O, tevbeleri kabûl edendir.” (en-Nasr Sûresi, 1-3)

İslâm’ın zaferinin ve tamamlanmasının yaklaştığını bildiren bu sûre, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün olarak inen son sûresidir.(426) Mekke’nin fethinden önce inmiştir.

Dinin tamamlanması, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in görevinin bitmesi demekti. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s.) bu sûre inince, “bana vefâtım haber verildi.” buyurmuştur.(427)

Vedâ Haccında, arafe günü Arafat’da, dinin kemâle erdiğini bildiren “son ahkâm âyeti”(428) vahyedilmiş; ertesi gün Mina’da son âyet(429) inmiş, Kur’ân-ı Kerîm tamamlanmıştı. Bütün bunlar, aziz Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefâtının yaklaştığını gösteriyordu. Nitekim, Vedâ Hutbesinde, “belki burada sizinle ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım,” (430) buyurarak ashâbıyla vadâlaşmıştı.

2- RASÛLULLLAH (S.A.S.)’IN HASTALANMASI VE İRTİHÂLİ

“Ya Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler”.

(ez-Zümer Sûresi, 30)

Vedâ Haccından döndükten sonra, Hz. Peygamber (s.a.s.) Uhud şehidlerini ziyâret edip cenâze namazlarını kıldı. Bunlar, cenâze namazları kılınmadan defnedilmişlerdi.(431) Hastalanmasından bir gün önce de, Medine’nin “Cennetü’l-Bâkî” denilen kabristanını ziyâret etmiş, burada defnedilmiş olan müslümanlar için duâ etmişti. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), böylece ümmetinden hayatta olanlarla vedâlaştığı gibi, sanki ölenleriyle de vedâlaşmıştı.

Hastalığı esnâsında, kızı Hz. Fâtıma’ya gizli bir şey söylemiş, Hz. Fâtıma ağlamıştı. Daha sonra kulağına tekrar birşey daha söyleyince gülmüştü. Hz. Fâtıma bunun sebebini, Rasûlüllah (s.a.s.)in vefâtından sonra şöyle açıkladı. Rasûl-i Ekrem(s.a.s.):

-Kızım, her yıl Ramazan ayında Cibrîl, Kur’an-ı Kerîm’i (o zamana kadar inmiş olan kısmını) benimle bir kere mukabele ederdi. Bu yıl iki defa mukabele etti. Sanıyorum, ecelim yaklaştı, buyurdu. Bunu duyunca ağladım. Sonra, ev halkı içinden kendisine ilk olarak benim ulaşacağımı söyledi. O zaman da güldüm.(432)

Gerçekten Hz. Fâtıma, Rasûlüllah (s.a.s.)dan 6 ay sonra vefât etti.(433) Ehl-i Beyti’nden Rasûlüllah (s.a.s.)’e ilk kavuşan O oldu.

Rasûlüllah (s.a.s.) Bâkî kabristanından döndüğü gece (19 Safer Çarşamba günü) hastalandı. Hastalığı 13 gün sürdü. 1 Rabiülevvel Pazartesi günü öğleden sonra vefât etti.

Hastalığının ilk beş gününü hanımlarının nöbetinde geçirdi. Gün geçtikce ağırlaşıyor, gücü azalıyordu. Bu yüzden, her gün ayrı bir yere gitmeyip Hz. Aişe’nin odasında kalmayı arzu ediyor, fakat eşlerinden hiç birinin gönlünü kırmamak için bu isteğini açıkça söylemiyor, bugün kimin nöbetindeyim, yarın nerede olacağım? diye soruyordu. Eşleri istediği yerde kalmasına izin verdiler.

Amcası Abbâs ile Hz. Ali’nin kolları arasında Hz. Âişe’nin odasına geldi. Güçsüzlükten ayakları yerde sürükleniyordu. Hastalığının son sekiz günü burada geçti. Rasûlüllah (s.a.s.)burada vefât etti..(434) Hastalığı süresince amcası Abbâs ile Hz. Ali ve bütün hanımları yanından ayrılmadılar. Gerektikçe hizmetinde bulundular.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in hastalığı humma idi . Zaman zaman bayıldığı oluyordu. Ateşin ve ızdırâbın şiddetinden yüzündeki örtüyü atıyor, vücûdunun hararetini soğuk su ile hafifletiyordu.

Vefâtından beş gün önce, Perşembe sabahı Rasûlüllah (s.a.s.)’in hastalığı ağırlaştı.

-Bana yazı yazacak birşey getirin; sapıklığa düşmemeniz için size vasiyyetimi yazdırayım, buyurdu. Yanında bulunanlardan bir kısmı, “şu anda Rasûlüllah (s.a.s.) ağır hasta; yanımızda Allah’ın kitabı var, O bize yeter. Sonra yazılsın”; bazıları ise “hayır, şimdi yazılsın.” diye tartışmaya başladılar. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):

-Hiçbir peygamberin yanında tartışılması yakışık almaz. Benim bulunduğum şu (murakabe) hâli, sizin beni meşgul etmek istediğiniz şeyden hayırlıdır. Beni kendi halime bırakın, buyurdu. Daha sonra, vefâtı esnâsında üç şey vasiyyet etti. 1) Müşrikleri Arabistan’dan çıkarınız. 2) Gelecek elçilere, benim yaptığım gibi, ikramda bulununuz. Olayı anlatan İbn Abbas, “üçüncüsünü unuttum.” demiştir.(435)

a) Son Hutbesi

Aynı gün Rasûlüllah (s.a.s.), yedi kırba soğuk su getirilip vucûduna dökülmesini emretti. Belki böylece hafifler, halka vasiyyet edebilirim, buyurdu. Bir leğenin içinde, eliyle “artık yetişir” diye işâret edinceye kadar vücûduna soğuk su döktüler.(436) Rasûlüllah (s.a.s.), Hz. Ali ve Abbâs’ın oğlu Fazl’ın kolları arasında Mescid’e çıktı. Minbere oturdu. Başında boz renkli bir sargı vardı. Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra:

-Ey Nâs! Her kimin arkasına bir kamçı vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın. Benim yanımda en sevgiliniz, üzerimde hakkı varsa, onu burada (dünyada) isteyen veya helâl edendir. Böylece Rabbıma yüz akıyla kavuşurum, buyurdu. Sonra öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra tekrar minberde göründü. Aynı sözleri tekrarladı. Cemaatten biri, üç dirhem alacaklı olduğunu söyledi. Bu zât, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) adına bir fakire sadaka vermişti. Rasûlüllah (s.a.s.) borcunu hemen ödedi. Sonra şöyle buyurdu:

-Ey Nâs! Kimin üzerinde başkasına âit bir hak varsa, ayıplanmaktan çekinmesin, sâhibine ödesin. Burada ayıplanmak, âhirette mahcûb olmaktan hayırlıdır.(437)

Allah bir kulunu, dünya hayâtı ile kendi nezdindeki âhiret saâdetini seçmekte serbest bıraktı. O kul, âhiret saâdetini seçti, buyurunca Hz. Ebû Bekir ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s.):

-Ey Ebû Bekir, ağlama! Samimî arkadaşlığı ve mâlî fedakârlığı ile bana en çok yardım eden Ebû Bekir’dir. Eğer ümmetimden birini dost edinseydim, şüphesiz bu Ebû Bekir olurdu. Fakat İslâm kardeşliği, şahsî dostluktan üstündür. Ebû Bekir’inkinden başka, diğer evlerin Mescid’e açılan kapılarını kapatınız, buyurdu.(438) Sözlerine devâmla:

-Ashâbım! Peygamberinizin irtihâlini düşünüp telaş ettiğinizi işittim. Hangi peygamber, ümmeti arasında ebedi kalmıştır? Biliniz ki ben de, Rabbıma kavuşacağım ve buna hepinizden daha çok lâyığım. Yine biliniz ki, siz de bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser havuzunun kenarıdır. Benimle orada buluşmak isteyenler, ellerini, dillerini günahtan çeksinler. (439)

-Ey Nâs! Zeyd’in oğlu Usâme’nin komutanlığı konusunda bazı şeyler söylendiğini duydum. Daha önce, babası Zeyd için de böyle şeyler söylenmişti. Allah’a yemin ederim ki, Zeyd komutanlığa lâyıktı, kendisini çok severdim. Babası gibi Üsâme de komutanlığa lâyıktır, O’nu da çok severim, itaat ediniz, buyurdu.(440) Sonra odasına döndü.

b) Hz. Ebû Bekir’i İmâmlığa Vekil Etmesi

Hastalığın ilk günlerinde, ateşine ve ızdırabına rağmen, namaz vakitlerinde Mescid’e çıkıp namazı kıldırıyordu. Daha sonra hastalığı ağırlaşınca Mescide çıkamaz oldu. İmamlık yapmak için, yerine Ebû Bekir’i vekîl yaptı.

Vefâtından önceki Perşembe günü, yatsı vakti olmuş, ezan okunmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.), namazın kılınıp kılınmadığını sordu. “Sizi bekliyorlar” dediler. Hafiflemek için hemen yıkandı. Fakat ayağa kalkamadı, bayıldı. Ayılınca yine sordu. Tekrâr yıkandı, fakat yine bayıldı. Böylece üç kere yıkanıp hazırlandı. Fakat her seferinde bayıldı. Cemaat ise Mescidde bekliyordu, kendine gelince:

-Ebû Bekir’e söyleyin, namazı kıldırsın, buyurdu.

Hz. Âişe, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın yerine kim geçerse geçsin, halk tarafından sevilmez, uğursuz sayılır, diye düşünüyordu. Bu sebeple:

-Ey Allah’ın Rasûlü, Ebû Bekir yufka yüreklidir, makamınızda namaz kıldıramaz. Ağlamasından dolayı sesini kimse işitemez, başkasını vekil etseniz… dedi. Fakat Peygamber (s.a.s.) ilk emrini tekrârladı.

-Ebû Bekir’e söyleyin, namazı o kıldırsın,(441) buyurdu. Böylece Perşembe günü yatsı namazından Rasûlüllah (s.a.s.) vefât edinceye kadar ki 17 vakit namazı Hz. Ebû Bekir kıldırdı. Perşembe günü akşam namazı, ashâbın Rasûlüllah (s.a.s.)’ın arkasından kıldığı son namaz oldu.(442)

c) Son Tavsiyeleri

Rasûlüllah (s.a.s.)bazen ateşi düşüyor, hastalığı hafifliyordu. Hz. Ebû Bekir’i vekil yaptıktan sonra, bir namaz vakti kendinde iyilik hissetti. Hz. Ali ile Abbâs’ın oğlu Fazl’ın kollarında, ayaklarını sürüyerek Mescid’e çıktı. Rasûlüllah (s.a.s.)’ın çıkabileceği bilinmediğinden namaza durulmuştu. Hz. Ebû Bekir, imâmlıktan çekilmek istedi. Rasûlüllah (s.a.s.)yerinde durmasını işâret etti. Ebû Bekir’in yanına oturup namazını kıldı.(443) Namazdan sonra, minberin alt basamağına oturdu. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra:

Ey Muhâcirler! Size ensâr hakkında, hayırlı olmanızı vasiyyet ediyorum. Onlar benim has cemâatim ve en samîmî dostlarımdır. Vaktiyle onlar sizi evlerinde misâfir ettiler. Her konuda sizi kendilerine tercih ettiler… Halk Medine’de günden güne çoğalıyor, ensar ise gittikçe azalıyor, yemekteki tuz kadar kalıyor. Sizden biri işbaşına geçer de, başkalarına fayda ve zarar verebilecek yetkilere sâhip olursa, ensâr’ın iyiliklerini alsın, kusurlarını bağışlasın.(ı)

Ashâbım! İlk muhâcirlere de saygılı olmanızı vasiyyet ediyorum. Bütün muhâcirler de birbirlerine hayırlı ve saygılı olsunlar. Her iş, Allah’ın irâdesi ve ancak O’nun izniyle meydana gelir. Onun irâdesi olmadan hiç bir şey olmaz. Allah’ın irâdesine karşı koymak isteyenler, sonunda mağlûb olurlar. Allah’ı aldatacaklarını sananlar, kendileri aldanırlar, buyurdu.(445) Sonra odasına döndü. Rasûlüllah (s.a.s.)’ın minberden son hutbesi bu oldu.

d) İrtihâli

Ölüm gecesi ateşi düşmüş, sabaha karşı rahatlamıştı.(446) Pazartesi sabahı, odanın Mescid’e açılan kapı perdesini açtı. Ashab-ı Kirâm, saf saf, Hz. Ebû Bekir’in arkasında sabah namazını kılıyorlardı. Onların bu hâline sevindi, tebessüm ederek seyretti. Hz. Ebû Bekir, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın namaza çıktığını sanarak, ilk safa çekilmek istedi. Ashâb, Hz. Peygamber (s.a.s.)’i ayağa kalkmış görünce sevinçlerinden namazlarını bozayazdılar. Rasûl-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz mübârek eliyle, namazı tamamlamalarını işâret buyurdu. Sonra perdeyi kapatıp odasına çekildi.(447) Ashâb-ı Kirâmın, Rasûlüllah (s.a.s.) ‘in mübârek yüzünü son görüşleri bu oldu.

Benzi kansız, yüzü bembeyazdı. Öğleye doğru tekrar ağırlaştı. Sık sık bayılmalar başladı. sevgili kızı Hz. Fâtıma, başucunda:

-Vay babamın ızdırâbına, diyerek çâresizlik içinde ağlıyordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz:

-Üzülme kızım, bu günden sonra baban, hiç ızdırâp çekmeyecek, diye O’nu teselli etti.(448) Izdırâbı çoktu, fakat hâlinden şikâyet etmiyordu. Ara sıra ellerini yanındaki su kabına batırıp yüzünü ıslatıyordu.

-Lâilâhe illâllâh. Ölümün de şiddetleri var. Allâh’ım, ölüm sıkıntılarına dayanmak için bana yardım et. Beni bağışla. Bana merhamet et, diye duâ ediyordu. Sonra elini kaldırdı, üç defa:

-“Allah’ım, beni Rafîk-i A’lâ’ya (en yüce dosta) ulaştır.” dedi. Başı, eşi Hz. Aişe’nin kucağındaydı. Bu duâ ile, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimizin mübârek eli düştü.(449/1) Hz. Âişe Yüce Peygamber (s.a.s.)’in başını şefkatle kaldırıp yastığına koydu. Pazartesi günü öğleden sonra âlemlere rahmet olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in aziz rûhu uçmuş, Rabbına kavuşmuştu. (1 Rebiül-evvel 11 H./27 Mayıs 632 M.)(449/2)

(425) Müslim, 2/890 (Hadis No: 1218); Ebû Dâvûd, 1/442 (Hadis No: 1905); İbn Hişâm, 4/250-253; Tecrid Tercemesi, 10/431-434

(426) Müslim, 4/2318 (Hadis No: 3024)

(427) Hak Dini Kur’ân Dili, 8/6234

(428) el-Mâide Sûresi, 3

(429) el-Bakara Sûresi, 281

(430) el-Buhârî, 2/64; Tecrid Tercemesi, 4/655 (Hadis No: 661); İbn Hişâm, 4/250

(431) el-Buhârî, 2/93

(432) Bkz. el–Buhârî, 4/ 183, 5/138, 6/101; Tecrid Tercemesi, 11/6 (Hadis No: 1661) ve 11/267 (Hadis No: 1767); Riyâzü’s-Sâlihîn 2/101 (Hadis No:690)

(433) Bkz. el-Buhârî, 4/42

(434) el-Buhârî, 2/106 ve 5/139-140; Tecrid Tercemesi, 4/762 (Hadis No :683 ve 11/15)

(435) el-Buhârî, 1/36-37 ve 4/31 ve 5/137; Tecrid Tercemesi, 1/91 (Hadis No: 94) ve 8/476 (Hadis No: 1275)

(436) el-Buhârî, 1/57 ve 5/140; Tecrid Tercemesi, 1/138 (Hadis No: 149) ve 11/16

(437) İbnü’l-Esîr, el-Kâmil 3/319- 320; Târih-i Din-i İslâm, 3/556-557

(438) el-Buhârî, 1/119-120; ve 4/191 ve 4/254; Tecrid Tercemesi, 2/339-343 (Hadis No: 292-293) ve 11/ 19-20

(439) Tecrid Tercemesi, 11/18; Mevâhib-i Ledünniyye Tercemesi, 2/434

(440) el-Buhârî, 4/213 ve 5/145; Rasûlüllah (s.a.s.), Şam tarafına gönderilmek üzere bir ordu hazırlamış, hastalanmasından bir gün önce komutanlığı Üsâme’ye vermişti. Orduda ilk muhâcirler ve ensârdan ileri gelen kimseler vardı. Üsâme ise henüz 20-27 yaşlarında bir gençti. Bu yüzden bazı dedi-kodu yapanlar olmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.)’ın hastalığı ve vefâtı sebebiyle ordunun hareketi bir-kaç gün gecikti.

(441) el-Buhârî, 1/165 ve 169; Tecrid Tercemesi, 2/510-536 (Hadis No: 387,394,397)

(442) Bkz. el-Buhârî, 5/137; Tecrid Tercemesi, 11/14

(443) el-Buhârî, 5/162; Tecrid Tercemesi, 2/510-519 (Hadis No: 387); Bu namazda cemâatin Hz. Ebû Bekîr’e, Ebû Bekir’in de Rasûlüllah (s.a.s.)’e uyduğu da rivâyet edilmektedir. (bkz. el-Buhârî, 1/162)

(444) el-Buhârî, 1/223 ve 4/226-267; Tecrid Tercemesi, 3/116 (Hadis No: 503) ve 11/18; İbn Hişâm, 4/300

(445) Tecrid Tercemesi, 11/18; Mevâhib-i Ledünniyye tercemesi, 2/434

(446) Bkz. el- Buhârî, 5/141; Tecrid Tercemesi, 11/22-24 (Hadis No: 1667)

(447) el-Buhârî, 1/165-166 ve 5/141; Tecrid Tercemesi, 2/528 (Hadis No: 395) ve 11/24

(448) el-Buhârî, 5/144; Tecrid Tercemesi, 11/27 (Hadis No: 1669)

(449/1) el-Buhârî, 5/139-144; Tecrid Tercemesi, 11/10-30 (Hadis No: 1663, 1665, 1668)

(449/2) Bkz.Tecrid Tercemesi, 9/298 (Hadis No: 1442)

RASÛLÜLLAH (S.A.S.)’İN VEFÂTININ ASHÂB-I KİRÂM ÜZERİNDEKİ TESİRİ

Rasûlüllah (s.a.s.)’in vefât ettiği hemen duyuldu. Bu haber, ashâb-ı kirâm üzerinde derin üzüntü meydana getirdi. Daha sabahleyin ayağa kalkmış halde görmüşler, iyileşiyor diye sevinmişlerdi. Beklenmedik acı haber, herkesi şaşkına çevirdi. Yola çıkmak için hazırlanan Üsâme ordusu da ordugâhtan döndü, kumandanlık sancağı Rasûlüllah (s.a.s.)’in kapısı önüne dikildi. Hicrette Rasûlüllah (s.a.s.)’in Medine’ye girdiği gün, en büyük bayram sevinci yaşanmıştı. Bugün en büyük acı ve mâtem yaşanıyordu. Münâfıklar ise, “Muhammed hak peygamber olsaydı, ölmezdi…” gibi küstahça sözler söylemişler, ortalığı bulandırmışlardı. Bu duruma sinirlenen Hz. Ömer, kılıcını çekerek:

-Rasûlüllah (s.a.s.) ölmemiş, bayılmıştır. Kim Muhammed öldü derse, boynunu vururum, diyordu. Böyle bir hengâmede metânetini muhâfaza edebilen sâdece Hz. Ebû Bekir oldu.(450) Acı haberi öğrenen Hz. Ebû Bekir, kimseye bir şey söylemeden, doğru kızı Hz. Âişe’nin odasına girdi. Rasûlüllah (s.a.s.)’in yüzündeki örtüyü kaldırdı, iki gözünün arasını hürmetle öpüp ağladı.(451)

-Anam, babam sana fedâ olsun. Allah’ın sana takdir ettiği ölüm geçidini geçtin. Fakat Allah sana ikinci bir ölüm tattırmayacaktır, dedi. Sonra, âilesini teselli edip ayrıldı.

Ömer halka hâlâ “Rasûlüllah ölmedi, öldü diyenin boynunu uçururum” diye hitâbediyordu. Hz Ebû Bekir minbere çıktı. Halk, Hz. Ömer’i bırakıp, Hz. Ebû Bekir’in etrâfında toplandı. Ebû Bekir Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâ ettikten sonra:

-Sizden her kim Muhammed (s.a.s.)’e tapıyorsa, iyi bilsin ki, Muhammed (s.a.s.) öldü. Her kim Allah’a kulluk ediyorsa, iyi bilsin ki, Allah bâkîdir, asla ölmez,” dedi. Sonra şu anlamdaki âyetleri okudu.

“Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de nice peygamberler geçti. Eğer o ölür, veya öldürülürse geri mi döneceksiniz. Her kim geri dönerse, Allah’a hiç bir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 144)

“Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar (müşrikler) de ölecek.” (ez-Zümer Sûresi, 30)

Ashâb, o derece şaşkınlık içindeydi ki, bu âyetleri sanki önceden hiç duymamışlar, ilk defa Hz. Ebû Bekir’den işitiyorlardı. Hz.Ebû Bekir’in sözlerini ve âyetleri dinleyince herkes kendine geldi.(452) Evet, peygamber de olsa herkes ölecekti. İşte, iki cihânın serveri, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammad (s.a.s.)’de ölmüştü.

4- HZ. EBÛ BEKİR’İN HALÎFE (DEVLET BAŞKANI) SEÇİLMESİ

Hz. Ebû Bekir’i dinledikten sonra, ashâbın heyecânı yatıştı. Aynı gün Benî Saide sofasında toplandılar. Hz. Ebû Bekir’i halife seçtiler. (1 Rabiulevvel 11 H./ 27 Mayıs 632 M.)

5- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)’İN TEÇHÎZ VE DEFNİ

Rasûlüllah (s.a.s.)’in cenâzesi, halîfe seçimi yapıldıktan sonra, salı günü yıkanıp hazırlandı. Bu vazîfeyi en yakın akrabası yaptı. Son hizmetinde bulunabilmek isteyen herkes, Hz. Âişe’nin odası önünde toplanmıştı. Bu yüzden Hz. Ali odanın kapısını kapattı, içeriye kimseyi almadı. Yalnızca ensar adına Bedir mücâhidlerinden Havlî oğlu Evs içeri alındı.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in mübârek vücûdu, bir sedir üzerine konuldu. Dış elbisesi soyuldu. Yıkama işini bizat Hz. Ali yaptı. Amcası Abbâs ile oğulları Abdullah, Fazl ve Kusem, cesedin çevrilmesine yardımcı oldular. Üsâme ile azadlı kölesi Şukran da su döktüler. İç gömleği çıkarılmayıp vücûdu üzerinden oğulduğu için Hz. Ali’nin eli Rasûlüllah (s.a.s.)’in mübârek vücûduna dokunmamıştır.(453)

Cenâzelerde genellikle görülen koku ve nahoş şeylerden hiçbiri O’nda yoktu. Bu yüzden Hz. Ali:

-Hayâtında da pâksın, ölümünde de pâksın, diyerek yıkadı. Sonra üç parça beyaz pamuk bezi ile kefenleyip(454) odanın kapısı açıldı.

Rasûlüllah (s.a.s.)’in mübârek cesedi, sedirin üzerine konulmuştu. Önce erkekler, sonra kadınlar, en sonra da çocuklar ayrı ayrı namazını kıldılar Rasûlüllah (s.a.s.) hayâtında olduğu gibi ölümünden sonra da herkesin imâmı olduğu için, O’nun cenâze namazında kimse imâm olmadı. Hz Âişe’nin odası küçüktü. Bu yüzden namaz, gece yarısına kadar devâm etti.

Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz: “Cenâb-ı Hak, peygamberlerin ruhunu, onların defnedilmesini istediği yerde kabzeder,” buyurmuştu.(455) Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s.)’in kabri, Hz Âişe’nin odasında, üzerinde son nefesini verdiği döşeğin serildiği yerde, Ensâr’dan Ebû Talha tarafından kazıldı. Salıyı Çarşambaya bağlayan gece yarısı defnedildi. (2/3 Rabiu’l-evvel 11 H-28/29 Mayıs 632 M.) Mübârek cesedini, kabri saâdete Hz. Ali, Fazl, Üsâme ve Avf oğlu Abdurrahman indirdiler. Hz.Âişe:

-Biz Rasûlüllah (s.a.s.)’in defnedilğini, çarşamba gecesi gece yarısı duyduğumuz kürek seslerinden anladık, demiştir. (456)

(450) İbn Hişâm 4/305; Tecrid Tercemesi, 11/30-31

(451) Mehmet Raif, Muhtasar Şemâil-i Şerif Tercemesi, 266, İst, 1304

(452) Bkz. el-Buhârî, 5/142-143; Tecrid Tercemesi, 11/31-32; İbn Hişâm, 4/306

(453) İbn Hişâm, 4/312-313

(454) el-Buhârî, 2/75; Tecrid Tercemesi, 4/422 (Hadis No: 627)

(455) İbn Hişâm, 4/314; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 5/266

(456) İbn Hişâm, 4/314

RASÛLÜLLAH (S.A.S.)’İN TERİKESİ

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, hayâtı boyunca son derece sâde yaşamıştır. Eline geçen her şeyi derhal yoksullara dağıtmış, günlük ihtiyacı dışında hiç bir mal edinmemiştir.(457) Bu sebeple, vefâtında mirascıları tarafından paylaşılacak hiç bir şey bırakmamıştır(458), Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in hanımlarından Hz. Cüveyriye’nin kardeşi Hâris oğlu Amr:

-Rasûlüllah (s.a.s.) vefâtında ne bir dirhem gümüş, ne bir dinar altın , ne bir köle, ne de başka bir şey bıraktı, Yalnızca (Mısır Mukavkısı’nın hediye gönderdiği) beyaz bir ester ile silahını ve bir de (sağlığında) vakfettiği (fedek ve Hayber’deki) arâzîyi bıraktı (459), demiştir.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’de:

-Vefâtımda vârislerim ne dinar, ne de dirhem paylaşacak. Bıraktığım (arâzînin) zevcelerimin nafakası ve işçinin ücretinden geri kalan irâdı vakıftır” buyurmuştur.(460)

Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirlerden savaş sonunda elde edilen ganimet malların beşte biri ile, savaş yapılmadan anlaşma yolu ile alınan “fey” malların tasarrufunun Rasûlüllah (s.a.s.)’e aît olduğu beyân edilmiştir.(461) Bu sebeple, savaş yapılmadan alınan Benî Nadîr ve Fedek arâzîsinin tamamı ile savaş sonucu elde edilen Benî Kurayza ve Haybeyr arâzisinin beşte biri, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in tasarrufunda bulunuyordu.(462)

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz:

“Biz peygamberler cemaatine mirâscı olunmaz, bıraktığımız her mal sadakadır, vakıftır,” buyurmuştu.(463) Bu sebeple bu topraklar, Rasûlüllah (s.a.s.)’in vefâtından sonra mirâscıları arasında paylaştırılmadı. Her birine, Rasûlüllah (s.a.s.) hayatta iken yaptığı gibi, gelirlerinden hisse verildi. Rasûlüllah (s.a.s.) ‘in mirâsçıları kızı Hz. Fâtıma ile amcası Hz. Abbâs ve hayatta olan zevceleriydi.

(457) Bir sefer dönüşünde, Uhud Dağı karşıdan görülünce:

Uhud Dağı benim için altına çevrilip tamâmen altın olsa, tek bir dinârdan fazlasının üç günden çok bende kalmasını istemezdim, hemen dağıtırdım. Bir dinarı da ancak borcum için hazırlardım, buyurmuştur. (bkz. el-Buhârî, 3/82, 7/178, 8/128; Müslim, 2/687 (Hadis No:991); Tecrid Tercemesi, 7/376 (Hadis No: 1075)

Yoksullara dağıttıktan sonra, bir kaç altın elinde kalmış, bunları Hz. Âişe’ye emânet etmişti. Hastalığında Hz. Ali’ye dağıttırdıktan sonra: “İşte şimdi içim ferahladı, eğer Rabbına bu altınlar yanında iken kavuşsaydı, Muhammed’in hâli nice olurdu?” buyurmuştu. (Târih-i Din-i İslâm, 3/560)

(458) Satın aldığı 30 ölçek arpa borcu için vefât ettiğinde Rasûlüllah (s.a.s.)’in zırhı rehin bulunuyordu. (el-Buhârî, 5/145)

(459) el-Buhârî, 3/186 ve 144; Tecrid Tercemesi, 8/235 (Hadis No: 1167)

(460) el-Buhârî, 3/169; Tecrid Tercemesi, 8/273 (Hadis No :1173)

(461) Bkz. el-Enfâl Sûresi, 40 ve el-Haşr Sûresi, 6

(462) Tecrid Tercemesi, 8/274

(463) Bkz. el-Buhârî, 4/42-43, 5/23-25; Tecrid Tercemesi, 8/498 ve 10/177 (Hadis No: 1288 ve 1577)

7- RASÛL-İ EKREM (S.A.S.)’İN ÜSTÜN AHLÂKI

“Allah’ım beni ahlâkın en güzeline yönelt. Kötü ahlâktan uzaklaştır”(464).

Rasûlüllah (s.a.s.)Efendimiz, simâca insanların en güzeli, ahlâk yönünden de insanların en üstünüydü(465). “Sizin en hayırlınız, ahlâken en üstün olanınızdır.” (466) “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”.(467) buyurmuştu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Aziz Peygamberim, şüphesiz sen en üstün bir ahlak üzeresin”, buyurulmuştur.(468)

Rasûlüllah (s.a.s.)’in yaşayışı, Kur’ân-ı Kerîm’in sanki canlı bir tablosuydu. Eşi Hz. Âişe’den Rasûlüllah (s.a.s.)’in ahlâkı sorulunca:

-“Siz Kur’ân-ı Kerîm okumuyor musunuz? O’nun ahlâk’ı Kur’ân’dan ibâretti”” diye cevâp vermişti.(469) Çünkü O’nun yaşayışı ve bütün davranışları Kur’ân-ı Kerîm’in insanlara gösterdiği hidâyet yolunun uygulanmasıydı. Nitekim, sâdece sözleriyle değil, yaşayışı, fiil ve davranışlarıyla da uyulması gereken en güzel örnek olduğunu Yüce Kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm beyân etmektedir: “Sizin için Allah Rasûlünde en güzel örnek vardır”.(470)

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) güler yüzlü, nâzik tabîatlı, ince ve hassas rûhlu idi. Katı yürekli, sert ve kırıcı değildi. Ağzından sert ve kaba hiç bir söz çıkmazdı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda: “Allah’ın rahmeti eseri olarak, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.”(471/1) buyrulmaktadır.

Rasûlüllah (s.a.s.) başkalarını tenkit etmez, kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı.(471/2) Yanlış ve hoşlanmadığı bir davranış görürse, “içinizden bazı kimseler, şöyle şöyle yapıyorlar…” şeklinde, bu davranışları yapanların kim olduklarını belli etmeden ve hiç kimseyi kırmadan yanlış ve hataları düzeltirdi.(472) Kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinlerdi. Tartışmayı sevmez, sözü gereğinden çok uzatmazdı. Kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaz; kimsenin gizli hallerini araştırmazdı. Allah’a hürmetsizlik olmadıkça, şahsına yapılan kötülükleri, ne kadar büyük olursa olsun, bağışlar, eline imkân geçince öc almayı düşünmezdi. Ancak Allah’ın yasaklarını çiğneyenlere hak ettikleri cezâyı verirdi.(473) Nitekim, Mekke’nin fethedildiği gün, daha önce kendisine her türlü kötülüğü ve hakareti reva gören Mekke müşriklerine:

-“Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok”, (Yûsuf Sûresi, 92) serbestsiniz diyerek hepsini affetmişti.(474)

İffet ve hayâ yönünden, köşesinde oturan bâkire kızdan daha utangaçtı.(475) “Hayâ imandandır”.(476) “Hayâ ancak hayır getirir”(477) buyurmuştur. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman açıkça söylemez, bu durum yüzünden anlaşılırdı.(478) Hiç bir yemeği beğenmezlik etmez, arzu etmezse yemezdi(479). Elini yıkamadan ve “Besmele” çekmeden yemeye başlamaz. Allah’a hamdetmeden de sofradan kalkmazdı.

Bütün insanları eşit tutar, zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmazdı. Mekke’nin fethi esnâsında Fâtıma adlı bir kadın hırsızlık yapmış, soylu bir âileden olduğu için bu kadına cezâ verilmemesi istenmişti. Bu olayla ilgili hutbesinde Rasûl-i Ekrem:

“Sizden önceki ümmetlerin helâk edilmeleri ancak şu sebepledir: Onlar, içlerinden zengin ve soylu bir kimse hırsızlık yaptığı zaman onu bırakırlar fakir ve zayıf bir kimse çaldığında ise ona cezâ verirlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed (s.a.s.)’in kızı Fâtıma da çalmış olsaydı, muhakkak elini keser, cezâsız bırakmazdım” (480) buyurdu.

Her bakımdan kendisine güvenilirdi. Verdiği sözü mutlaka zamanında yerine getirirdi. Dürüslükten ayrıldığı, şaka bile olsa yalan söylediği hiç görülmemiştir. Bu yüzden O’na henüz Peygamber olmadan “Muhammedü’l-emîn” denilmişti. Nitekim Peygamberliğini ilan ettiği zaman, iman etmeyenler bile O’na “yalancı, yalan söylüyor”, diyememiştir.(481) En yakın hısımlarını Safâ tepesine toplayıp onları İslâm’a dâvet için, “Size şu dağın arkasında düşman atlılarının bulunduğunu söylersem, bana inanır mısınız?” dediği zaman: “Hepimiz inanırız çünkü Sen yalan söylemezsin” diye cevâp vermişlerdi.(482) Kendisi böyle olduğu gibi, herkesin dürüst olmasını isterdi. “Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk, iyilik ve hayra götürür, İyilik ve hayır da, kişiyi Cennet’e ulaştırır. Kişi doğru söyleyip doğruluğu aradıkça, Allah katında sıddîkler zümresi’ne yazılır. Yalan sözden ve yalancılıktan sakınınız. Çünkü yalan insanı kötülüğe sevkeder. Kötülük de kişiyi Cehennem’e götürür, İnsan yalan söylemeğe ve yalanı aramağa devâm ede ede, Allah katında nihayet yalancı yazılır” (483), buyurmuştur.

Rasûlüllah (s.a.s.) insanların en cömerdi ve en kerîmiydi. (484) Eline geçen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi.(485) “Ben ancak dağıtıcıyım, veren Allah’tır”, der(486) ihtiyâcından fazla bir şeyin kendinde veya evinde bulunmasını istemezdi. “Uhut Dağı altına çevrilip de benim olsa, borcum için ayıracaklarım müstesna, ondan tek bir dînârın bile üç geceden çok yanımda kalmasını istemezdim” (487) buyurmuştur.

Son derece mütevâzi ve alçak gönüllü idi. Bir topluluğa geldiğinde, kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, nereyi boş bulursa, oraya otururdu. Arkadaşları arasında otururken ayaklarını uzatmazdı. Arkadaşları her işini yapmayı kendileri için şeref ve cana minnet saydıkları halde, bütün işlerini kendi görür, ev işlerinde hanımlarına yardım ederdi.(488) Methedilmesini ve aşırı hürmet gösterilmesini istemez,”Hristiyanların Meryem oğlu İsâ’ya yaptıkları gibi yapmayınız. Ben sâdece Allah’ın elçisi ve kuluyum”(489) derdi. Fakîr kimselerle düşüp-kalkmaktan, yoksulların, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyer, hiç bir şeyi beğenmezlik etmezdi.(490). Yiyecek bir şey bulamayıp aç yattığı bile olurdu.

Bütün işlerini tam bir düzen ve nizâm içinde yapardı. Namaz ve ibâdet vakitleri, uyku ve istirahat için ayırdığı saatler, misâfir ve ziyâretçilerini kabûl edeceği vakitler hep belirliydi. Vaktini boş geçirmez, her ânını faydalı bir işle değerlendirirdi. “İnsanların çoğu iki nimetin kıymetini takdirde aldanmışlardır: Sıhhat ve boş vakit”, buyurmuştur(491).

Ahlâklı ve faziletli sanılan nice kimseler, yakından tanındığı zaman, pek çok kusurlarının bulunduğu görülür. İnsanı en yakından tanıyan, onun iç yüzünü ve bütün gizli hallerini en iyi bilen, şüphe yok ki eşidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ilk vahiy’den sonra gördüklerini anlattığı zaman eşi Hz. Hatice:

-“Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hak hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten âciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, fakîre verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misâfiri ağırlarsın, Hak yolunda herkese yardım edersin…” diyerek(492) O’nun Peygamberliğini hemen kabûl etmiş, en küçük tereddüt göstermemiştir.

Çocukluğundan itibâren 10 yıl hitzmetinde bulunan Hz. Enes:

-Rasûlüllah (s.a.s.)’e 10 yıl hizmet ettim. Bir kere bile canı sıkılıp, öf, niçin bunu böyle yaptın, neden şunu şöyle yapmadın, diye beni azarlamadı”, demiştir.(493)

Kâinâtın Efendisi, Rabbımızın Yüce Elçisi Sevgili Peygamberimizin büyüklüğünü, üstün ahlâkını ve örnek yaşayışını gerektiği şekilde bu satırlar içinde anlatmak şüphesiz mümkün değil. O’nun büyüklüğünü ve ahlâkının yüceliğini bir parça sezdirebilmişsem, kendimi bahtiyâr sayarım.

“Dünya neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur o Masûm’a bütün bir beşeriyyet;

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret”(494).

Salât ve selâm O’na, âline, ashâbına ve yolunda olanlara.

(464) Müslim, 1/535 (Hadis No: 771)

(465) el-Buhârî, 4/ 1819 (Hadis No, 2337); Tecrid Tercemesi, 9/311 (Hadis No:1449)

(466) el-Buhârî, 4/166; Müslim 4/1810 (Hadis No 2321); Tecrid Tercemesi 9/318 (Hadis No:1456)

(467) Mâlik, el-Muvatta, 2/904 (neşr, M. Fuad Abdülbaki) Kahire, 1370/1951

(468) Nûn Sûresi, 4

(469) Müslim, 1/514 (Hadis No: 746)

(470) el-Ahzâb Sûresi, 21

(471/1) Âl-i İmrân Sûresi, 159

(471/2) el-Buhârî, 4/167; Tecrid Tercemesi, 9/321 (Hadis No: 1460)

(472) Ebû Dâvûd, 2/550

(473) el-Buhârî, 4/166; Müslim, 4/1813 (Hadis No: 2327); Ebû Dâvûd, 1/550; Tecrid Tercemesi, 9/319 (Hadis No: 1457)

(474) İbn Hişâm 4/54; İbnü-l Esîr, a.g.e., 2/252; Zâdü’l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341

(475) el-Buhârî, 4/167; Müslim 4/ 1809 (Hadis No: 2320); Tecrid Tercemesi, 9/320 (Hadis No: 1459)

(476) el-Buhârî, 1/11; Tecrid Tercemesi, 1/32 (Hadis No: 23)

(477) el-Buhârî 7/100; Tecrid Tercemesi, 12/163 (Hadis No: 2001)

(478) el-Buhârî 4/167; Tecrid Tercemesi, 9/321 (Hadis No: 1460)

(479) el-Buhârî 4/167; Tecrid Tercemesi, 9/321 (Hadis No: 1461)

(480) el-Buhârî, 5/97 ve 8/16

(481) el-Enâm Sûresi, 33

(482) Tecrid Tercemesi, 9/285

(483) el-Buhârî, 7/95; Müslim, 4/2013 (Hadis No. 2607); Ebû Davût, 2/593; Tirmizi 4/347 (Hadis No: 1971)

(484) el-Buhârî, 4/167; Müslim, 4/1802 (Hadis No: 2307)

(485) Müslim, 4/1805 (Hadis No:2311)

(486) el-Buhârî, 1/26; Müslim, 2/719 (Hadis No:1037)

(487) el-Buhârî, 3/82; Tecrid Tercemesi, 7/376 (Hadis No: 1075); Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/501-503 (Hadis No: 467-468)

(488) el-Buhârî, 1/64, 1/193; Tirmizi, 4/654 (Hadis No: 2489)

(489) el-Buhârî, 4/142; Tecrid Tercemesi, 9/213 (Hadis No: 1405)

(490) el-Buhârî, 4/167

(491) el-Buhârî, 5/170; Tirmizi, 4/550 (Hadis No: 2304)

(492) el-Buhârî, 1/3; Tecrid Tercemesi, 1/3-10 (Hadis No:3)

(493) el-Buhârî, 7/82; Müslim, 4/1084 (Hadis No: 2309); Tecrid Tercemesi, 12/148 (Hadis No: 1987)

(494) Mehmet Akif, Safahat, VII. Kitap (Gölgeler), “Bir Gece” başlıklı şiirden.

KAYNAKLAR

1- Bûharî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil (v.256/870). el-Câmiu’s-Sahîh, I-VIII, İstanbul, 1315 h.

2- Cevdet Paşa, Ahmet (v.1313/1895), Kısas-ı Enbiyâ, I-III, İstanbul 1308

3- Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, I-II, (Terceme: Said Mutlu ve Sâlih Tuğ), İstanbul 1385-1388/1966-1969

4- Hamîdullah, Muhammed, Hz. Peygamberin Savaşları, (Terceme: Sâlih Tuğ), İstanbul, 1962

5- Hamîdullah, Muhammed, el-Vesâiqu’s siyâsiyye, Beyrut, 1405/1985

6- İbn Esîr, Ali b. Muhammed eş-Şeybânî, (v.630/1232) el-Kâmil fi’t-târih, I-XIII, Beyrut, 1385/1965

7- İbn Hişâm, Abdülmelik (v.218/834). es-Siyretü’n Nebeviyye, I-IV(nşr. Mustafa es-Seka, İbrâhim el-Ebyâri, Abdülhafiz Şiblî), Beyrut 1391/1971

8- İbn Kayyım, Muhammed b. Ebi Bekr, (v.751/1350), Zâdü’l-meâd, I-IV (nşr: Muhammed Hamid el-Feqi) Kahire, 1373/1953

9- İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail b. Ömer,(v. 774/1373), el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut, 1966

10- İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed (v.230/844) et-Tabakatü’l-Kübrâ, I-VIII Beyrut, 1398/1978

11- Keskioğlu, Osman, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1966 (A.Himmet Berki ile müşterek)

12- Konrapa, Zekâi, Peygamberimiz, İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere, İstanbul, 1968

13- Mahmud Esad Efendi, (v.1336/1917), Târih-i Din-i İslâm, I-III, İstanbul 1319-1329

14- Miras, Kâmil, (1376-1957) Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, I-XII, ilk üç cildi Ahmet Naim (v.1353/1934) tarafından hazırlanmıştır.) İst. 1928-1948, IB.

15- Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, (v. 261/875), el-Câmiu’s-Sahîh, I-V (nşr.: M. Fuad Abdülbâki), Kahire, 1374-1375 h./1954-1955 m.

16- Şiblî, Mevlâna ve Süleyman Nedvi, Asr-ı Seâdet, İslâm Tarihi, I-X (Trc: Ömer Rıza Doğrul) İstanbul, 1346-1353 h./ 1928-1935 m.

17- Yazır, Muhammed Hamdi, (Elmalı Hamdi Efendi, v. 1358/1942), Hak Dini Kur’ân Dili, I-IX, İstanbul, 1935-1939

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Hz. Muhammed (s.a.s) Hayatı (3. Hisse)

Hz. Muhammed (s.a.s) Hayatı (3. Hisse)

Hz.Yusuf Filmi 3.Sezon 01.Bölüm VcD Tek Parça Full izle

Hz.Yusuf Filmi 3.Sezon 01.Bölüm VcD Tek Parça Full izle