Peki tarihte bu zamandan önce tek tanrı inancı veya buna benzer bir inanç özlemi hiç mi gündeme gelmemiştir?
Yanıtımız, “gelmiştir” olacak. Peki, nasıl ve kimler tarafından bu inanç gündeme gelmiştir? Şimdi bunu açıklamaya çalışalım.

IV. Amenhotep başa geçtiğinde artık Mısır uygarlığı doruk noktasına gelmiş, en parlak dönemlerini yaşamaktaydı. Birçok uygarlıkta olduğu gibi burada da bazı konularda yozlaşmalar, halkın memnuniyetsizliği su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Firavun sülasesinin kurucusu Menes’in zamanından beri 2000 yyıl geçmişti. Anadolu topraklarına dek sınırları genişlemişti.Babası III. Amonhotep de başarılı bir Firavun’du. Parlak bir yaşantısı olmuştu. İri yapılı güçlü biriydi. Halk tarafından takdirle karşılanmıştı. IV. Amonhotep ise tahta geçtiğinde çok gençti. Kimisi 11 yaşında olduğunu söyler.. Savaşlar ve politik düzenlemelerle geçen bir yaşamdan sonra yaşlanmış olan Baba III. Amonhotep ve oğul IV. Amonhotep’ten çevre hükümdarlar dahil herkes yardım istemekteydi. Geleneğe göre yeni Firavun bu yardım isteklerine yanıt verecekti, orduların başına geçecek, politik düzenlemelerle uğraşacak ve Mısır’ın güçlü konumunu sürdürecekti. Oysa, IV. Amonhotep hiç de beklenildiği gibi davranmadı. Onu ordular veya politika değil, inanç, din, ilahiyat, felsefe konuları ilgilendiriyordu. Tabii bu çok genç Firavun Annesi Kraliçe Tiy ve karısı Nefertiti’nin etkisi altındaydı. Bu yüzden kadınca bir ilgi ve yönlendirmeyle şekilleniyordu. Söz konusu iki kadın ve dadısının kocası olan rahip yeni Firavun’un en yakın çevresini ve etkilenme çemberini oluşturuyordu. Ülkede ruhban sınıfı inanılmaz yetkilerle donatılmış olarak Tanrı adına halkı sömürmekle ve yönetmekle meşguldu. Yeni Firavun ise, ince duygularla yetiştirilmişti, sanata düşkündü, din ve inanç konularında sürekli bilgilenmekle zamanını geçirmişti, katı bir kumandan, imparator olmaktan ziyade, halka sevgiyle yaklaşmak isteyen, ince düşünceli bir yönetici olmayı yeğliyordu. Bu arada kendisi dinle uğraşırken, imtiyazlı sınıfta otorite kavgaları başlamıştı. Birbirlerini yiyiyorlardı. Hepsi “ben” kavgasına düşmüştü. Ülkede fırtına bulutları dolaşıyordu. Mısır’ın en güçlü kuruluşları olan dinle devletin arası açılmıştı.


Kendi adını da “Aton’un ruhu” ya da “Aton’un ihtişamı” anlamına gelen şekilde Akhnaton olarak değiştirdi. Firavun Akhnaton halkı eğitmek ve düşüncesini yerleştirmek için Tanrı Aton’a ilahiler yazdı. Bu ilahiler Tanrının tek olduğunu işlemekteydi. O da Aton ile simgeleniyordu. Düşünce denizinde bir devrim yapıyordu...
Kral Akhnaton ve Krıliçe Nefertiti’den Aton’a övgü başlığı altında toplanan ilahilerden biri pek ünlüdür. Sözlerini sizin için aşağıya kopyalıyorum:
“Sen her iki diyarı (yukarı ve aşağı Mısır) sevgiyle doldurursun. Sen toprağın, sen insanın, sen kurdun kuşun, sen topraktan üreyen bitkinin yaratıcısı; sen uyandığında, bütün bunlar yaşamaya başlar. Yarattığın herşeyin anası, babası, sen gök yüzünün batısına çekildğinde, dünya ölülerin alemi gibi kararır; insanoğlu karanlığın içinde uykuya dalar. Görmekten yoksun, evinde uyuyan zavallı komşumun herşeyi alınabilir. Bütün dünya sessiz bekler, yaratıcım ufukta dinleniyor diye. Ama gün olup da sen uanınca; ışınların karanlığı kovalar, işte o zaman insanlar kalkar, yıkanır, giyinir ve ellerini kaldırarak, sana yeni bir uyanışın şükranlarını sunmak için dua ederler.”
Bir başka ilahide şöyle deniyor:
“Senin iylerin türlü türlüdür. Onlar bizden saklıdır. Onlara akıl sır ermez. Eysenden yüce kişinin olmadığı tanrı! Sen mevsimlerin, kış soğunuğunun, yaz sıcağınıın yaratıcısı; kadında ocuğun, erkekte tohumun yaratıcısı! Ana karnındaki bebeğe hayat, yumurtadaki civcive kabuğu kırcaak gücü verensin. Gökyüzünde yarattığın Nil’le, toprakları bereketlendirmek için yağmur verdin bizlere!..”
Firavun Akhneton’un tanımladığı tanrı, sadece güneşten ibaret değildir ve sadece Mısır’a ait de değildir. Tüm insanları ve dünyayı etkilemektedir. Onun eylemleridir önemli olan. Dolayısıyle güneş yuvarlağı tapınmanın nesnesi değil simgesidir. O simgenin özünde var olana tapınmayı önermiştir. Üstelik de O’nu tek yaratıcı olarak tanımlayarak…
Işte böylece tarihteki ilk tek tanrı inancı üzerine yapılan bir devrimi görürüz.
Coğrafi olarak yöre Mısır ve Mısır’dan Anadolu’ya dek uzanan o muşhur “bereketli hilal” bölgesi. Dikkatinizi çekmek isterim, daha sonra tek tanrılı dinlerin tümünün doğum yeri yine bu bölge içinde olacaktır. Daha önce de söylemiştik, tarih bir devamlılık gösterir. Kültür bir devamlılık gösterir. Tek tanrılı inancın tohumlarının atıldığı bu bölgede daha sonra yine tek tanrılı dinler yeşerecektir.

“Sen ki nesnelerin oluşları sırasında zaten yaşamaktaydın, ufukta parlak olarak yükseliyorsun, ey canlı Aton! Doğu ufkunda yükseldiğin zaman gezülliğinle bütün ülkeleri aydınlatıyorsun! Bütün büyüklük ve parlaklığınla, muhteşem ve kudretli bir halde, ülkelerin hepsi üzerinde göründüğün zaman ışıkların, yarattığın alemin sonuclarına kadar bütün ulusları kucaklıyor… Bizden uzaksın ama, ışıkların yine de yere iniyor, ve yaptığın bütün devirlerinde kendini insanlara gösteriyorsun…
Sabahları doğduğun, bütün gün boyunca ışıklarını yerin üzerine saçtığın zaman, karanlığı kovuyorsun; bize ışığını sunuyorsun. O zaman iki ülke de sevince garkoluyor; insanlar kalkı ayakları üzerinde doğruluyorlar, onları uyandıran sensin. Ellerini yüzlerini yıkıyorlar, giyiniyorlar ve göründüğün zaman, bütün kollar sana tapınıyor. Bütün dünya yeniden işe koyuluyor. Hayvanlar kendilerine verdiğin ot için seviniyorlar, ağaçlarla çayırlar yeşeriyorlar; kuşlar yuvalarından çıkıyorlar ve kanadları bile senin “ka”na tapınıyor. Keçiler bacakları üzerinde zıplaşıyorlar; kuşlarla kavalarda uççup gezen bütün yaratıklar sen gökte yükseldiğin zaman yeniden yaşamağa başlıyorlar. Gemiler nehirde aşağıya, yukarıya gidi geliyorlar; hatta nehirlerin balıkları ile sana doğru atılıyorlar; çünkü ışıkların suların derinliklerine kadar sokuluyor.
Anasının kucağındaki çocuğu besleyen sensin; ağlamasın diye onu yatıştıran sensin. Yarattığın her çocuk gün ışığına kavuştuğu zaman, onu canlandıran soluğu sen veriyorsun. Bağırmaya başladğı zaman onun ağzının sen açıyorsun; onun hayatına göz-kulak oluyorsun. Küçük kuş yumurtada iken ve kabuğunun içinde haykırırken kendisini yaşatan havayı ona veren sensin ve senin sayendedir ki o, her yanını saraan kabuğu kırcaak kuvveti bulabiliyor.
Yarattığın nesneler ne kadar da çeşitli! Yeryüzünü yalnızken, kendi isteğine göre yarattın; bütün insanlar, sürüler,hayvanlar, yerde yürüyen ve yaşayan , gökte ucan her şeyle benaber, yeryüzünü de sen yarattın. Yabancı ülkelerde, Suriye’de, Habeşistan’da her yerde her insanı yerli yerine sen koydun, onun bakımına sen göz-kulak oluyorsun, bütün insanlara da istedikleri rızkı sen veriyorsun…
Ey nurlu Aton, yeryüzünün üzerinde ışıldamaya başladığın zaman bütün gözler seni seyrediyor…”

Bu firavunun devrinde değişiklik kendini dinin yapılaşmasında da gösterdi. Tanrı ile kulları arasına bir rahipler zümresinin girmesi artık gerekli görülmedi: İyicil Tanrı’yı keşfetmeki çin gözlerini açmak yetiyordu. Amarna tapınağı üzeri gökyüzüne bakan, açık avlular ve dehlizlerden meydana gelmiştir; ana mihrap ise güneşin ışıklarına boğulmuş bir haldedir.
Bu arada bütün güzel sanatlar da baştan başa değişti. Yine Drioton ve Vandier’nin dedikleri gibi: “bundan böyle sanat artık realizmden ve spiritüalizmden meydana gledi. Tel-el-Amarna‘nın her yanında tabiat sevgisine rastlanmaktadır: Dinde, güneşe söylenen kasidelerde, günlük yaşayışın sahnelerinde ve nihayet evlerin süslenişinde bile bu, böyledir. Kuşlar, çiçekler ve yemişler artık stilleşmiş süs motifleri değil de, tabiatın çok değerli vergileri sayılmakta ve bunlar tarifi imkansız bir doğruluk, duygululuk ve sevimlilikle tasvir edilmektedir”. Genç firavun, kendinden önceki firavunların gerçeküstü resim yapılması yolundaki kurallarını değiştirmiş, gerçekliğe dönülmesini desteklemişti. Kendi portrelerinin de kendi neye benziyorsa öyle yapılmasını istemişti. Kraliçe Nefertiti çok çekici bir kadındı, kişiliği ile de daima kocasının görüşlerine destek olmuştu. Mutlu bir aile yaşantısı sürmekteydi Akhnoton’lar…
Akhnaton’un dünyaya tanıttığı din kavramı böyleydi işte, sevgi yüklüydü, aydınlatıcıydı. Sömüren din tüccarı ruhban sınıfını devre dışı bırakıyordu. Yüzyılların eskimiş inançlarına taptaze bir anlayış getiriyordu. Yepyeni evrensel bir ruh doğuyordu din konusunda. Onun övdüğü yalnız Mısır’ın tanrısı değildi. Akhnaton, dünyayı ve insanları yaratan, yarattığı herşeyin anası ve babası olan tek ve büyük gücü, Aton’u övüyordu. Bu ileri görüş, daha sonra Tevrat’ta da yer alacaktı. Ancak Akhneton’dan yediyüz ya da sekizyüz yıl sonra…
Akhnaton dürüst bir insan olarak tanınır. Servet icinde yüzdüğü halde sarayın lüksüne kendini kaptırmamıştır. sade bir hayat sürmüştür. Alışılmamış bir açıklığı, doğruluğu vardı. Sık sık karısı ve kızlarıyla halk arasına karışırdı. Halk onu çok severdi.
Bütün bunlar olup biterken, tutucular, gelenekçiler, muhafazakarlar her alanda böylece meydana gelmiş olan devrimden hoşlanmamışlardı. Ruhban, menfaatlerine dokunan, imtiyazlarını elinden alan bu sosyal bir değişmeyi kabul etmiyordu. Akhnaton ise kendi inancını koruyabilmek ve yerleştirebilmek için ruhban sınıfıyla mücadele ediyordu. Ancak, Akhnaton yirmi dokuz yaşında, 1358 yılında ölür ölmez de gericiliğin tepkisi baladı.
Karşı devrim başladığında mumyası henüz mezarına konmamıştı. Oğlu olmadığından hükümdarlık büyük kızının kocası Sahare’ye kaldı, ancak kısa bir süre sonra devrildi. Hükümdarın büyük damadı ancak bir yıl saltanat sürdü; küçük damadı Amon dininin rahiplerine boyun eğdi. Onlarla işbirliği yaparak kuçük damadı devirdi ve yerine iktidara geçti. Amarna’yı terkedip Thebae’ye gitti ve Tutankhaton adını , Tatankhamon olarak değiştirdi.
Akhnaton’un altından mumyası da Thebes’te Kralice Tiy’in mezarına kondu; mumya 1907 yılında bir ingiliz arkeolog grubu tarafından bulundu.

Yukarıdaki bilgileri sizin için sunduktan sonra söz geldi Nazenin’e…
Her dönemde geçerli bir inanış hakim oluyor, bunun tersi, zıddı neyse o da yeraltından yürüyor.
Mısır’ın çok tanrılı döneminde de mutlaka ki Akhneton tek tanrı inancına gönülden inanan yegane insan değildi. Ancak, iktidar sahibi yegane kişiydi ve bir devrim niteliğinde bu hareketi öne sürebildi. Ancak, din simsarları, din tacirleri her dönemde hemen her toplumda var. Burada da yozlaşmış şekildeki ruhban sınıfı halkın dine dayalı samimi duygularını sömürerek kendilerine iktidar ve menfaat sağlamaktaydı. Genç firavunun tek tanrı inancı onların menfaatlerine dokundu. Sonunda firavun ölür ölmez, kendilerine yandaş çıkacak bir işbirlikçi ile karşı devrim yaparak tekrar çok tanrılı dönemi hortlattılar.
Şöyle bir düşünelim, düşünce denizimizde, eğer o günlerde bu karşı devrim yapılmamış olsaydı, tek tanrı inancı tüm insanlığı kucaklar şekilde o günlerden başlayarak dünyaya yayılsaydı… Neler olurdu acaba? Tarih nasıl yazılırdı?
Bu arada biraz daha düşünmek için bir soru ile bitirelim bugünkü yazımızı…
Amon ya da AMEN, AMIN .. kelimeleri arasındaki benzerliğe hiç dikkat ettiniz mi? Tanrısal onaylama… Eskiden duaların sonunda tanrının kabulu icin Amon’un adıyla, Amen’in adiyla bitirirlermiş cümleyi. Gelenek bu ya!… Amen…. Amin…
Tarihin cilvesi… kimine göre rastlantı, kimine göre kültürel devamlılık…
Yazar: Nazenin